“İster Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsun, annelerin acısı aynı…”

Sevgül Uludağ

“ΜΝΗΜΕΣ ΚΑΤΕΧΟΜΕΝΩΝ-ΛΑΙΚΗ ΠΑΡΑΔΟΣΗ ΚΑΙ ΙΣΤΟΡΙΑ ΤΗΣ ΚΥΠΡΟΥ” yani “Kıbrıs’ın geçmişinden öyküler” şeklinde çevirebileceğimiz sosyal medya sayfasında Sotiris Savva arkadaşımız, iki fotoğraf paylaşıyor 1964’ten: Birisinde ağlayan bir Kıbrıslırum kadını, diğerinde ağlayan bir Kıbrıslıtürk kadını – ve Sotiris Savva, “İster Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsun, annelerin acısı aynıdır” diye yazıyor bu fotoğrafların altına…

Acılarımızın aynı olduğunu görebildiğimiz ölçüde bu topraklarda umudu yeşertebileceğiz…


“Kıbrıs’ta yaşayan tüm toplumları kurtaracak en önemli faktör çözümdür…”

ULUS IRKAD

1963-64 olaylarında liderliğimiz bizlere de sormadan ama bizim adımıza Kıbrıs Cumhuriyeti’nden çıkmayı amaçladı. Olayları yatıştırma yerine liderliğimiz de ateşin üstüne benzin dökmeyi yeğledi. Yapılan planlara göre Kıbrıs Cumhuriyeti’nden ayrılacak, Türkiye sayesinde ayrı bir bölgeye sahip olacak, burada ayrı bir devlet oluşturacak ve tanınacaktık. Tanınmayı da bırakın, aslında Kıbrıslıtürk Liderliğinin esas amacı da bu devletçiği Türkiye’ye bağlamak için bir payanda olarak kullanmaktı. Konjoktür önemliydi. Makarios ise daha Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken Kıbrıslıtürklere verilen %30 hakkı çok görmüştü ve fırsatını bulup Kıbrıslıtürklere bu hakkı kısıtlayıp daha fazla Kıbrıslırumların dominant olacağı bir Cumhuriyet hedeflemiş, bizim liderlik, 1963-64 çarpışmalarını veya olaylarını bahane edip Kıbrıs Cumhuriyeti’ni terkedecekti. Aslında Makarios bizim liderliği bir bakıma tuzağa da düşürmüştü. Onların yokluğunda anayasada, birkaç tüzük değişikliğiyle, Kıbrıslıtürkleri azınlık ilan etmenin en güzel fırsatını bulmuştu. Öyle de yaptı. Bizimkiler Cumhuriyeti terkederken, Makarios da daha sonraları bulduğu bir fırsatla Meclis içindeki Kıbrıslırum çoğunluğu vasıtasıyla tüzük değişikliği yapıp, Kıbrıslıtürklerin yokluğunda onları azınlık ilan etti, Kıbrıs Temsilciler Meclisi’ni onlara kapattı. Olaylar sakinleştikten sonra meclise dönmeye çalışan Kıbrıslıtürk temsilcilere, bu tüzük değişiklikleri emare gösterilerek azınlık olacaklarını, bundan sonra anayasadan kaynaklanan hakları olmayacağı Makarios tarafından bildirildi. Tabi bu Kıbrıslıtürk liderliği için bulunmaz bir hint kumaşıydı… Ama gelgelelim ki enklavlarda yaşamayı 1974 Yunan Cuntası darbesine kadar devam ettirdi.

1974 Yunan Cuntası Darbesi ve akabinde basamak basamak gelen hamlelerle Kıbrıs Cumhuriyeti’nden kopan Kıbrıslıtürk toplumu liderliği, ne acıdır ki 1983 sonrasında devlet ilan etmesine rağmen, daha da yalnızlaştı, daha da dünya hukukundan koptu, bir türlü tanınamadı ama dünyanın birçok karanlık işleri de Türk kontrolü sağlanan bu alan içinde oldu. 45 yıl içinde bu ülkede dünyanın da tepkisini çekecek olaylar meydana geldi. Dünya hukukunun Kabul etmediği birçok karanlık işler bu kontrollü alan içinde yaşandı. Demokrasi ancak TC’li yöneticilerin izin verdiği sınırlara kadar uygulandı. TC’yi eletirmeye kalkan gayrı resmi ideolojiye sahip demokrat aydınlar,statükoyu eleştirdiler mi, karşılarında insan hakları, demokrasi, adalet ve birçok normlardan mahrum, tanınmamış bir devleti buldular. 1983 yılında büyük vaatlerle ilan edilen devlet, yavaş yavaş Türkiye’ye bağlanmaya, halkı ise umutsuzluk ve göç paranoyası içinde kıvranmaya başladı. Bu bölgede seçimlerin de, 1974 yılından beri devam etmekte olan Türkiye’den nüfus kaydırmadan dolayı pek de bir önemi kalmadı. Bu ülkenin herşeyi maalesef mevcut gayri hukuki ve anti demokratik yapısından dolayı anlamsızlaştırıldı.

1963 yılından sonra kemikleşmeye başlayan ve de 1974 sonrası daha da kemikleşen gayrı hukuki, hayrı insani ve de anti- demokratik bu yapı, maalesef artık görüşmelerde de girilen çıkmazla daha da sağlamlaştı. Bu ülkedeki yanlış uygulamalardan ve de umursamazlıklardan ötürü Doğa ve çevre onulmaz yaralar aldı.

1974 sonrasında belli hukuki sisteme bağlanmamış toprak ve tapu dağıtımı da maalesef fireler verdi.

Andlaşmanın olmaması Kuzey’deki yapıyı devam ettiriyor ama maalesef bozulmayı ve çürümeyi daha da artırıyor. Gün be gün Türkiye, dünya hukukundan soyutlanıp diğer ülkelerle anlaşmazlığa düşerken, Kuzey Kıbrıs da payını olumsuz olarak daha fazla sosyal bozukluklar,siyasal ve ekonomik olarak almakta.

Çözüm: Çözüm bir an önce rasyonal, dünya hukuku ve insan hakları çerçevesinde Kıbrıs’ta yaşayan her iki toplumu da tatmin edici bir çözüm olmalı. Bunun adı ne isterse olsun bir an önce bir çözüm… Kıbrıslıtürk toplumunu ve de gelecekte tüm Kıbrıs’ta yaşayan toplumları kurtaracak en önemli faktör çözümdür.  Bunun dışında her türlü alternatifin artık ne ülkeye ne de burada yaşayan insanlara olumlu bir yanı yok…

(YENİÇAĞ – Ulus IRKAD – 30.12.2019)


“Babamın, verilen emre itaatsizlik etmesini zorlaştıran şey, alkol etkisi altında vur emrinin empoze edilmesi, ikincisi ise alkollü sohbetin yarattığı hipnotik trans idi…”

 

Aralık 1963’te Vitsada’da, TMT’nin emriyle TMT Vitsada liderini kahvehanede vuran şahsın oğlu, isminin saklı kalması koşuluyla ayrıntılı bir açıklama gönderdi… Sözkonusu açıklama şöyle:

“Sayın Sevgül Uludağ,

31 Aralık 2019 tarihli Yenidüzen gazetesinde yayımlanan “Anlatılmamış Öyküler” yazınızı okumuştum. Yazınızda asılsız olduğunu gördüğüm üç önemli konuyu aynı gün size SMS ile göndermiştim. Mesajımı isimsiz göndermedim çünkü doğru olmazdı. Ancak düzeltme yazınızda, babam ve benim ismimi vermeniz gereksiz ayrıca benim ve ailem açısından rahatsız edici oldu. Bu nedenle 2 Ocak 2020’deki düzeltme yazınızı internet ortamında paylaşmamanızı hassasiyetle rica ederiz.

Yazının bütününde babama yöneltilen suçlamaları haksız ve çok ağır gördüğümden, detaylı bir düzeltme yazısının yayımlanması gerektiğini düşünürüm. Detaylı düzeltme gereği görmemin ikinci sebebi de, “geçmişi, bugünü ve geleceği” gerçekçi bakış açısı ile anlamak ve yorumlamanın “insan ve toplum ruh sağlığı” adına önemli bir yaklaşım olduğunu söyleyebilirim. Aksi halde tek yanlı anlatılan öyküler birer yanılgı veya anlatılmamış öyküler (sırlar) ruhsal boşluklara sebep olabilir.

Her şeyden önce yazınızın başlığı yazınızın içinde aktardığınız bir olayla çelişiyor. Başlığınızı “Vitsada’da fasariya (göç?) istemeyen şahıs öldürülmüş, bir süre sonra köy göç ettirilmiş” olarak vermiş, yazınızın içeriğinde ise, “köydeki Kıbrıslı Türk gençlerin köyün Rum muhtarının evine el bombası attığı gece köyde silahlı çatışma yaşanması sonucunda köyün ertesi gün göç ettiğini” yazdınız. Bu yazının başlığının içeriği ile çeliştiğini gösterir. Bunun yanında vurulma olayı Aralık 1963 ayı içerisinde gerçekleşmiş, köyden göç ise 2 ay kadar sonra Şubat 1964’de gerçekleşmiştir. Bu iki kanıt, “vurulma ile göçün bağlantısının zayıf” olduğunu gösterir.

Yazımın devamında, vurulma olayı gününe kadarki sürecin nasıl geliştiğini ve vurma emri veren “otorite” ile “emre itaat”in psikolojik boyutlarını açıklamaya çalışacağım. Babam, bir dönem Vitsada köyünün TMT lideri idi. TMT lideri olduğu yıllarda abisinin Rumlar ile arpa-buğday alış-verişi yaptığı gerekçesi ile TMT Bölge Komutanı tarafından “abini vur” emri verilmiştir. Babamın bu emri yerine getirememesi nedeni ile bir süre sonra TMT liderliği görevi alınmış, bir başka kişiye verilmiştir. Yazınızda belirttiğiniz gibi, babamın “İngiliz oksilari polis veya İngilizler tarafından köyde bazı olaylarda kullanıldığı” babamın inançları ile %100 çeliştiğini sadece o günleri yaşayan Vitsada köylüleri yanında bütün bölge halkı tarafından kabul edildiğine eminim.

Gelelim vurulma olayının yaşandığı güne: Aralık 1963 ayının tam hatırlanmayan son günlerinden birinde, Konedra’da olan TMT Bölge Komutanı babamı içki sofrasına davet etmiş. Babama içki sofrasında hangi gerekçelerle olduğu bilinmeyen “vurma emrini” vermiştir. Aldığı emre itaatsizlik etmesini zorlaştıran birinci etkeni TMT Bölge komutanının görüşlerinin alkol etkisi altında olan babama empoze edilmesi idi. Emre itaatini zorlaştıran ikinci etken ise, alkollü sohbetin yarattığı hipnotik transı idi. İçki sofrasından sonra köye giden babamın durumunu görenlerin ve engel olmaya çalışan kişinin yıllar sonra şahsen bana, o anı anlatmasıyla, ayrıca olaydan 30 yıl kadar sonra zaman zaman babamın gördüğü kabusları benle paylaşmasından dolayı bende bu kanaat oluşmuştur.

Hipnotik trans halinde köye dönen ve emre itaatten başka bir şey düşünemeyen babam kahvede herkesin içerisinde köyün TMT liderini vurmuştur. Rum polisleri babamı tutuklayıp hapse götürmüş, ancak mahkeme sürecinde TMT tarafından görgü tanıkları susturulmuş ve hiç kimse babam aleyhine tanıklık etmemiştir. Sonuçta dava dosyası kapanmıştır.

Az önceki bakış açımı tekrar vurgulayarak “vurulma” olayına iki farklı bakış açısından da açıklama getirmek isterim. Bugünleri yaşayan bizlerin bakış açısı ile bir insanın bir insanı vurması “ASLA” kabul edilemez. Ancak iki faktör var ki bugün kabul edemediğimize farklı bir bakış açısı kazandırabilir. Birinci faktör, 1960’lı yıllarda köylerimizde değil internet, telefon, elektriğe dair hiçbir şey olmadığı yanında yazılı medyada ulaşmazdı. İnsanların ahlaki değerleri yanında en çok etkilendiği “otorite” olarak görevli olanlardı. 1963’de vur emri veren TMT komutanı ile emri alan babamın ilişkisi bugünkü bir Komutanın bir askere ….sebeple git şunu vur demesine ASLA benzetilemez, benzetmeye çalışmak da hiç gerçekçi olamaz.

O günleri anlamamıza bir katkı koyabileceğini düşündüğüm ikinci faktör olan bilimsel deneylerden elde edilen sonuçlardır. Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram’ın yaptığı deneysel çalışmalar (Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Milgram_deneyi) “otoritenin verdiği emre itaati reddetmenin çok az kişi tarafından mümkün olduğunu göstermektedir. Milgram Deney sonuçlarını 1974 yılında “The Perils of Obedience (İtaatin Tehlikeleri) “ kitabında da yayımlamıştır. Milgram, farklı birçok grup ve kültürlerde tekrarladığı deneyin sonuçlarında özetle şunu vurgulamıştır “Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, otoritenin emrini uygularken korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü”. Milgram’ın bilimsel sonuçlarının benzerlerini Stanford Üniversitesi psikologlarından Philip Zimbardo, “Stanford Hapishane Deneyi” ile ispatlamıştır (Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Stanford_hapishane_deneyi). Hatta bu deney, 2001 yılında Alman yapımı “Deney”, 2010 yapımı “The Experiment” ve 2015 yapımı “The Stanford Prison Experiment” filmlerine konu olmuştur. Psikoloji alanındaki bütün meslek sahipleri bu deneyleri çok iyi bilmektedirler. 1963 yıllarında yaşananları veya “sosyal etki-uyma” ile “otorite-itaat” ilişkisini anlamak isteyenlere Milgram ve Zimbardo’nun yazdıklarını okumalarını öneririm.

Sonuç olarak, yazımdaki amaç TMT’nin savunuculuğunu yapmak değil ki buna ne TMT’nin ihtiyacı var ne de ben böyle bir hadsizlik yapamam. Amacım, bugünü her türlü teknolojik imkan ve refahla yaşayan bizlerin 55 yıl öncesine bakarak o günlerde yaşananlar hakkında 31 Aralık 2019 Yenidüzen’deki konuyla ilgili yazı gibi bir takım tek yanlı yazılarla, o günlerdeki olayları bugünün bakış açısı ile yargılama hatasından kurtarmak kendimce engel olmaya ve yanıltıcı haberleri doğruları ile düzeltmeye, yaşananları bir nebze anlaşılır hale getirmeye çalışmaktır.”

“Kaynaklar:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Milgram_deneyi
https://tr.wikipedia.org/wiki/Stanford_hapishane_deneyi”

PAZARTESİ DEVAM EDECEK