Mustafa Öngün
m.ongun85@gmail.com
Biz onu, zor durumda kaldığımız zaman kullandığımız şehirlerarası otobüs servisi olarak biliyoruz. Pek tercihimiz değildir. Kimine göre yavaş, kimine göre kokuşmuş, kimi zamansa “yazııııık, İtimat’a mı bineceksin?” tepkisinin adresi. Ancak itimat bunlardan çok daha fazlası… Bir süre arabam olmadığından sıklıkla İtimat’ı kullandım ve daha ilk seferden tanık olduğum bir telefon sohbeti beni duyduklarımı not etmeye itti. Tam da bu nedenle bugün itimat notlarımın üzerine düşündükçe, hiç tereddüt etmeden “evet, İtimat sadece itimat değil” diyebiliyorum. Bu yazıyla size İtimat’ta ne gördüğümü anlatmaya çalışacağım – tabi bu daha geniş bir çalışmanın parçası olduğundan, burada bu çalışmadan sadece küçük bir kesit sunmak durumundayım.
İtimat ezilenlerin, göçmenlerin, işçilerin vesairenin yeridir klişelerinin ötesine geçip, olan biteni incelediğimiz zaman, İtimat’ta tanık olacağımız şey bir özne olma mücadelesidir. Daha ilk binişimde arkamda oturan genç kadın, telefonda konuştuğu arkadaşına “dün evde kalamadım, çocukla birlikte beni sokağa attı” diyordu. Tüm yol boyunca arkadaşına başından geçenleri anlattı. Kocası olduğunu düşündüğüm adam onun başını kapatmasını istiyor, ancak kadın bundan emin olamıyordu. Bu kararı veremeyen kadın, sokağa atılmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Hem de türban takmak istemediğinden değil; sırf birisi istedi diye bu tür hayati bir kararı vermek istemediğinden. “Kapanacaksam da kendim istediğim için kapanırım” diyordu. Bir iradesi olduğunu, bunu ortaya koymak istediğini ısrarla vurguluyordu. Evet, belki kimilerince tipik muhafazakâr bir kadın, kimi sosyal bilimcilerin istatistiklerinde ise şiddet gören o üç kadından biri; ama onların göremediği bir şey daha: Feminizmin ‘f’sini bile bilmeden kendi alanı içerisinde mücadele veren bir bireydi. Hayatında hiç örgütlenmemiş, bizim temayül ettiğimiz şekilde “politik” olmamış ancak buna rağmen çetrefilli bir mücadele içinde olan bir kadındı. Onuru kırılmıştı. Gerekirse bir pansiyonda kalabilir ancak onurunu ayaklar altına alamazdı. İradesini kaybetmemek için mücadele verecekti; “ölürüm de geri dönmem” demesi de bu yüzdendi.
İşte İtimat bu onur mücadelesini dinleyebileceğiniz bir yerdir. Feminist veya Marksist akademisyenlerin istatistiklerinde çoğunlukla rakamlara dönüştürülmüş ve sömürüye maruz kalmış mazlumların, aynı zamanda, mücadele veren birer özne olduklarını gözlemleyebileceğiniz yerdir İtimat. Dahası, bu mücadeleyi verirken, mazlumların birer “iyilik meleği” değil, envaiçeşit taktikler geliştiren insanlar olduklarını anlayabileceğiniz bir mekândır. Tam da bu yüzden, bir Mağusa Lefkoşa yolu sırasında, Marx’tan ve Che Guevara’dan bihaber bir şekilde arkamda oturan adam “güçlüler hiçbir zaman bizi düşünmezler, onlar hep kendilerine bakarlar” diyebiliyordu. Bununla da kalmıyor, “biz onları niye düşünelim?” diye soruyordu. Yanlış anlamayın. Bunu grev yapmak, milleti patronlara karşı ayağa kaldırmak için dile getirmiyordu. Arkadaşıyla birlikte, çalıştıkları marketten bir şeyler aşırdıkları için söylüyordu. Yaptıklarının özünde yanlış olmadığı kanısına varma çabasına girişmişlerdi. Fakat bu duyulduğu kadar basit bir haklı çıkma arayışı değildi. Şahit olduğum diyalog aslında bir özne olma arayışının ta kendisiydi. Çünkü yapılan hırsızlık, salt fakirlikten veya ihtiyaçtan dolayı yapılmamıştı. Esas ihtiyaç haksız yere fazladan çalıştırılmaları karşısında duyulan hıncın tatmin olmasıydı. Bu tatmin, onlara kısıtlı da olsa bir özne olma alanı açıyordu. Bu yüzden “bizi fazladan çalıştırırken iyi… İki kuruşluk şey aldık diye biz kötü mü olacağız?” diye soruyorlardı birbirlerine. Bununla da kalmayıp, “çok da ihtiyacımız olduğundan değil ama hak yerini bulsun. Hem zaten herkes yapıyor” diyordu bir tanesi. Karşılığında ise “öyle tabi, biz de insanız sonuçta” cevabını alıyordu. Sohbetin bütününü dinlediğimde meselenin basit hırsızlıktan oldukça farklı olduğu açıklık kazanıyordu.
Burada önemli olan iradeleri hiçe sayılan bireylerin, hırsızlık yaparak, ortaya kısmi bir irade koymalarıydı. Dahası, bu marjinal bir durum olmaktan ziyade, işçilerin kendi arasında oluşan adeta gizli bir konsensüstü. Çünkü konuşulanlardan anladığım, bu tür hırsızlıkları bütün çalışanların yaptığıydı. Kısacası, bu kez de hırsızlığın, toplumsal normlara aykırı bir suç olmaktan çıkıp, bir özne olma mücadelesi hâline geldiğine tanık oluyordum İtimat’ta. Yalan da aynı şekilde vuku buluyordu birçok kez. Baskıcı ailelerini kandıran gençlerden tutun da, laftan anlamayan erkekleri kandıran kadınların hikâyelerine kadar, yalan, güçlünün karşısında bir direnme silahı oluveriyordu İtimat’ta.
Evet, İtimat sadece İtimat değildir: Ezilenlerin, organize olmamışların, kendini açık etmeyenlerin, sınıf bilinci (veya feminist farkındalığı) olmayanların çetrefilli ve etkili mücadelesine kulak kabartacağımız yerdir. Bu durum, James Scott’un mazlumların “günlük direnme formları” adını verdiği olgunun ta kendisidir. Bu türden bir direnme, yalan, hırsızlık gibi birçok taktik kullanarak güçlü karşısında gizli ancak etkili bir mücadele verir. İtimat’taki mazlumlar, bu mücadele içerisinde özne olma durumunu geliştirirler. Üstelik bu duruş, biz Kıbrıslı Türklerin bir cemaat olarak hiç de yabancı olmadığı bir mücadele biçimidir. Bunu anlatmak her ne kadar başka bir yazıya kalacak olsa da, şunu söyleyerek bitirmekte yarar vardır. O pek bilmediğimiz ve kullanmadığımız İtimat, aslında bize hiç de yabancı olmayan bir direnmenin hikâyesidir. Ona yabancı olduğunu düşünenler, aslında kendine de yabancılaşmıştırlar. İtimat ve ona karşı takındığımız tavır aslında kendimize karşı aldığımız bir tavırdır.