Feminist Atölye (FEMA)
info@feministatolye.org
Her hafta gaile dergisinin arka yüzü olarak yayınlanan FEMA sayfası aracılığıyla, feminist politikanın salt teorik bilgilerden ibaret olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Bize göre ataerkil düzen, politik olarak üretilen bir sistem olmanın yanı sıra, günlük hayatımız içerisinde de pratik anlamda farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Uzun yıllardır varlığını sürdüren erkek egemen yapı, eleştirilmeden içselleştirilen değer yargılarını da her gün yeniden üretiyor. Diğer bir ifade ile bu yargılar doğallaştırılıyor. İşte feminizm bu doğallaştırmayı deşifre etmek için farklı yöntemler geliştirmek durumunda kalıyor. Edebi eserler yanında didaktik anlatıma sahip olmayan filmler de sözü edilen deşifrenin gerçekleştirilmesinde büyük bir öneme sahiptir. Bu doğrultuda izlediğimiz ve önemsediğim üç adet filmi sizinle paylaşmak istiyoruz.
Provoked:
Bollywood Sinemasının insan yaşamını derinden konu alışı, detayları ile izleyicisine mükemmel bir özdeşleşme ortamı sunan yapısı “Provoked” filmi ile bir kez daha karşımızda. Birçok kadının hayatı içerisinde yaşayarak yüzleştiği sorunları gözler önüne seren film, ideal bir aşk hikâyesi ile başlar. Söz konusu başlangıç sonrasında geliştirdiği pozitif yaklaşım ile durumlara ve olaylara özendirir. Son olarak izleyicinin empatisini de arkasına alan yönetmen, gerçek hayatta kadına karşı şiddeti ve ezen ezilen ilişkisini adeta bir tokat gibi yüzümüze patlatır.
1992 yılında görülen davayı konu alan filmdeki kadın karakter Kiranjit Ahluwalia kocasını yakmak suçuyla ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Uzun süre şiddete maruz kalan Kiranjit, başlarda konuşmayı reddederken daha sonraları ‘Black Sisters’ adlı örgütün yardımlarıyla yaşadığı sorunları anlatmaya başlar. Örgüt tekrardan bir dava açılması için başvuruda bulunur ve kadın ona yöneltilen soruların hepsine cevap vererek maruz kaldığı şiddeti detayları ile anlatır. Öte yandan diğer kadın örgütlerine çağrılar yapılarak şiddete maruz kalan başka kadınlara da yardım edilir. Filmin sonunda kadın dayanışmasının müthiş başarısı gözler önüne serilir. İngilitere’de emsal teşkil eden bu dava, aile içi şiddet gerekçesiyle kadına savunma hakkı tanınmasına imkân sunmanın yanında, şiddete maruz kalan diğer kadınlara da cesaret verdiği söylenebilir.
A Women in Berlin (Berlin’de Bir Kadın) :
1945 yılının bahar aylarında tutulan gerçek bir günlükten uyarlanan Berlin’de bir Kadın filmi, Almanya’nın Sovyet işgali sırasında yaşadıklarını azimli bir gazeteci kadının gözünden anlatır. Almanya’dan intikam almak isteyen Sovyet askerlerin hedefleri Alman askerler değil, savaş gerekçesiyle geride bırakılan Alman kadınlardır. Önce binaları kuşatan Sovyet askerler, çok geçmeden Alman kadınlara sistematik bir şekilde tecavüz etmeye başlar. Film hem toplu tecavüzün silah olarak kullanılmasını hem de kadınların tecavüz ve savaş sonrası yaşadıkları travmaları ve hayata tutunma mücadelelerini anlatıyor. Orjinali ilk kez 1959’da yayınlanmasına rağmen, günlük Alman kadınların “ahlâkını bozduğu” gerekçesiyle uzun süre sansürlendi.
Respiro (Nefes Alıyorum) :
Cannes Film Festivali'nde Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü ve Genç Eleştirmenler Ödülü'nü alan film, Sicilya’nın güneyinde bulunan Lampedusa isimli küçük bir adada geçiyor. Adada yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu hayatını balıkçılık yaparak kazanır. Geleneksel değer yargılarının hakim olduğu cemaat kültürünün etkisi altında yaşayan ada toplumu, Kıbrıslı Türkler’e benzer özellikler sergiler. Kadınlar ve erkeklerin özel ve çalışma alanlarının sihirli çizgilerle ayrıldığı adada, ataerkil ögeler tüm çıplaklığı ile yaşanır. Belirtilen koşullar içerisinde hayatını kendi kuralları çerçevesinde yaşamak isteyen bir kadının varlığı göze çarpar.
Evli ve üç çocuk annesi olan Grazia şarkı söyleyip dans ettiği, denize çıplak girdiği, şiddete karşı olduğu, çocukları üzerinde ebeveyn iktidarı kurmadığı, kocasının teknesi ile balık avlamaya çıkmak istediğinden ötürü akıl sağlığı yerinde olmayan ve tedavi edilmesi gereken bir kişi olarak tanımlanır. Bilindiği üzere toplum tarafından uyulması gereken ve ataerkil sistemin yeniden üretilmesine katkı sağlayan koşullara direnen kadınlar, çoğu zaman ahlâksız ve deli olarak lanse edilir. Günümüzde de varlığını sürdüren yaklaşım, özgürlüğü talep eden kişilerin fikirlerinin yıkıcı bir niteliğe sahip olduğunu söyler. Toplum içerisinde yaygın olan geleneksel değer yargılarının dönüşüme uğraması, mevcut iktidarı elinde bulunduranların koltuğunun sarsılmasına neden olur. Bu sebeple sadece kocası değil aynı zamanda bu sistemin devamını isteyen ada toplumu da Grazia’nın geleceği için karar verme hakkını kendinde görür. Grazia yaşadığı baskıların son aşaması olan akıl hastanesine yatırılma kararı sonrasında evden kaçıp, bir mağaraya sığınır. Bu süreçte kendisine yardımcı olan tek kişi büyük oğludur. Küçük oğlu ise yaşına rağmen zaman zaman annesini eleştirmekte ve toplum ile uyum içerisinde yaşaması için onu uyarmaktadır. Ada toplumu tarafından “uçarı, deli, kendini bilmez, terbiyesiz, garip” olarak tanımlanan ve bu doğrultuda dedikodusu yapılan Grazia’nın hayatını konu alan film, kadının erkek egemen toplum içerisinde yaşarken başına neler gelebileceğine ilişkin önemli bir örnek teşkil eder.