“İzlenmekte olan siyasetin karşılığı yok”

Sürdürülmekte olan “yeni siyaset”in bir sonuç doğurmadığını belirten Uluslararası İlişkiler Uzmanı, Müzakere Heyeti eski üyesi İpek Borman, Cumhurbaşkanlığı makamındaki Tatar’ın bugüne kadar herhangi bir üst düzey teması olamadığına işaret etti.

Ödül AŞIK ÜLKER

Uluslararası İlişkiler Uzmanı, Müzakere Heyeti eski üyesi İpek Borman, sürdürülmekte olan “yeni siyaset”in bir sonuç doğurmadığını belirterek, “Maalesef Cumhurbaşkanı Tatar’ın (New York’ta) herhangi bir üst düzey teması olamadı, BM Genel Sekreteri dışında sadece TC Cumhurbaşkanı Erdoğan’la üst düzey temas gerçekleştirebildi. Bu da şu anda izlenmekte olan siyasetin karşılığının olmadığının bir göstergesidir” diye konuştu.

Borman Kıbrıs’taki mevcut koşullarda New York görüşmelerinin öngörülebilir bir şekilde gerçekleştiğini kaydetti.

Borman, Türkiye, KKTC’yi tanıdığını söylemesine rağmen, tanınmanın gereklerini yerine getirmediği için, aktif bir tanınma girişiminde bulunulmadığı için, tanınmanın her zaman söylemde kaldığını ifade etti.

Dış aktörlerin, Kıbrıs’a stratejik bir satranç tahtası olarak bakma ve piyonları oynatma noktasında olabileceğine dikkat çeken Borman, şunları söyledi:

“Stratejik tahta olarak gördükleri alan birilerin yaşam alanı, birilerinin yurdu... Bu alanın o insanlar, o toplumlar açısından nasıl zehirlendiğini görebilmek çok önemli. Ama maalesef bugün, her iki tarafta, her iki liderlik tarafından izlenen siyasete baktığımızda maalesef bunun idrakında liderlikler göremiyoruz. Yani toplumların, halkların refahını, barışını önde tutan, öncelikli olarak gören siyasetler yok.”

Kıbrıs Rum tarafının Amerika’nın güdümünde hareket ettiğinin, Kıbrıs Türk tarafının da tümüyle Türkiye’ye bağlı bir pozisyonda olduğunu söyleyen İpek Borman, “Küresel ve bölgesel güçlerin çekişme ve çatışma alanı içerisinde kendimizi bulmuş bulunuyoruz. Bu bağlamda toplum bireyleri olarak, bizim de yaşanan bu gelişmelerin idrakında olmamız lazım ki kendi geleceğimize sahip çıkma noktasında biraz daha aktif olabilelim, kendi liderliklerimiz, kendi siyasilerimiz üzerinde baskı unsuru olabilelim, bölgesel ve küresel güçlerin elini vurmasıyla oradan oraya savrulmayalım” diye konuştu.

“Yeni siyasetin bir sonuç doğurduğunu görmüyoruz”

Soru: Kıbrıs konusunda uzun bir süredir herhangi bir hareketlilik yok. Zaman zaman doğal gaz konusunda gerginlik oluyor. BM Genel Kurulu çerçevesinde New York’ta  görüşmeler yapıldı. Müzakere heyeti eski üyesi olarak siz bu görüşmeleri, temasları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Borman: Kıbrıs’taki mevcut koşullarda New York öngörülebilir bir şekilde gerçekleşti. Zaten uzun zamandır, tarafların pozisyonları açık ve birbirinden çok farklı noktadadır. Böyle bir ortamda New York’ta herhangi bir gelişme olmasını beklemiyorduk zaten.

Kıbrıs Türk tarafı, şu anda sürdürmekte olduğu siyasete “yeni siyaset” diyor ancak New York’a baktığımızda bu yeni siyasetin bir sonuç doğurduğunu görmüyoruz, çünkü eskiden cumhurbaşkanlarımız, Sayın Talat ve Sayın Akıncı’nın, New York’a gittiklerinde ne kadar üst düzey görüşmeler yaptıklarını hatırlıyoruz; Amerika, İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri ile dışişleri bakanları seviyesinde görüşmeleri oldu, hatta Sayın Akıncı’nın Biden ile Amerikan Başkan Yardımcısı olduğu dönemde görüşmesi oldu. Ancak bu son ziyarette, maalesef Cumhurbaşkanı Tatar’ın herhangi bir üst düzey teması olamadı, BM Genel Sekreteri dışında sadece TC Cumhurbaşkanı Erdoğan’la üst düzey temas gerçekleştirebildi. Bu da şu anda izlenmekte olan siyasetin bir karşılığı olmadığının bir göstergesidir. Şu da göze çarpıyor, Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu’nun birkaç üst düzey görüşmesi oldu, Pakistan ve Azerbaycan dışişleri bakanlarıyla görüştü. Normal şartlarda cumhurbaşkanı bu görüşmeleri yapardı. Bu sefer Dışişleri Bakanı’nın dişişleri bakanlarıyla görüştüğünü gözlemledik, bu da yine izlenmekte olan siyasetin bir yansımasıdır. Sanki “devletten devlete”, “dışişleri bakanları düzeyinde” görüşme yapılmış izlenimi vermek için bunun özellikle tasarlandığını tahmin ediyorum.

“Tanınma her zaman söylemde kalan bir konu oldu”

Soru: New York’tan Erdoğan’ın KKTC’nin tanınması yönündeki çağrısı sürpriz olarak nitelendirilebilir. Türkiye’nin BM Genel Kurulu’nda bu çağrıyı dile getirmiş olması çok beklenmiyordu. Bu çağrı ne anlama geliyor? Türkiye, KKTC’yi tanıyor mu, tanımanın gereğini yapıyor mu?

Borman: Bu çok tartıştığımız bir konu; Türkiye, KKTC’yi tanıdığını söylemesine rağmen, tanınmanın gereklerini yerine getirmediği için ve çok daha önce, uzun yıllar, tanınma politikası güdüldüğü zamanlarda dahi, aktif bir tanınma girişiminde bulunulmadığı için, tanınma her zaman söylemde kalan, teoride dile getirilen bir konu olmuştur.

Türkiye, 2017 sonrası, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik izlediği siyasette değişikliğe gitmeye başladığı zamandan bu yana, söylemsel olarak geldiği en son noktaya gelmiş bulunuyor. Kendi izlediği siyaseti pekiştirme ve tanıtma bağlamında bu noktaya gelinmiş olması ve bu çağrının açık bir şekilde BM Genel Kurulu’nda yapılmış olması elbette kendi siyasetleri açısından önemlidir. Söylemsel olarak bir tanınma politikası ortada olmasına karşın, daha önce hiçbir zaman bunun pratikte hayata geçirilmesine çalışılmadı. Şu anda bunun daha güçlü bir şekilde ortaya konduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bu, Türkiye dış politikasının Kıbrıs bağlamında geldiği nokta açısından önemli bir fark... Türkiye’nin geldiği bu noktayı ve bu değişen politikayı sadece Kıbrıs özeline bakıp anlamlandırmamız mümkün değil. İşin Kıbrıs boyutu yanında bölgesel ve küresel boyutlar da var. Bu üç boyutun iç içe geçtiği bir ortamla karşı karşıyayız. Şu an da zaten etrafımızdaki gelişmelere baktığımızda, ülkelerin birbirinin içerisine geçmiş bu farklı boyutları birlikte ele alarak politikalar izlediklerini görüyoruz. Türkiye’nin Kıbrıs siyasetindeki değişikliği de bu bağlamda değerlendiriyorum.

“Dengeler değişiyor”

Özellikle son 10 yılda küresel anlamda, uluslararası sistemde ciddi değişiklikler olduğunu görüyoruz, dengeler değişiyor. Özellikle de Biden’in Amerikan Başkanı seçilmesiyle birlikte, uluslararası sistemde kartların yeniden karıldığını görüyoruz. Aynı dönemde Rusya’nın nüfuzunu arttırmaya yönelik yayılmacı eylemleri, söylemleri fazlasıyla kendini gösteriyor. Diğer taraftan, Ukrayna savaşına kadar, Amerika’nın kendine esas rakip olarak gördüğü Çin’in, ekonomik ilişkilerini dünya nüfuzuna yayma bağlamında artan girişimleri var. Dünyanın tekrardan şekillendiği ve farklı farklı güç merkezlerinin ortaya çıkmaya başladığı bir dönem oldu. Bir tarafta Amerika güdümlü bir batı var, diğer tarafta birkaç güç odaklı bir doğu var. Hegomonik güçlerin kendi çıkarlarını, kendi değerlerini yükselttiği, dünyaya yaymaya çalıştığı ve bundan dolayı bir rekabet içerisine girdiği bir dönem oldu. Bununla birlikte bir de küresel sorunlar baş göstermeye başladı, iklim krizi, pandemi, neoliberalist politikaların sebep olduğu bir sosyo-ekonomik buhran ortamı, kimlik patlamaları, yükselen enflasyon, enerji güvenliği krizi... Bütün bu konular da resmin içerisine girince çok karmaşık bir uluslararası düzen, çok karmaşık ilişkiler yumağıyla karşı karşıyayız. Tüm bu uluslararası sistem içerisinde, Kıbrıs çok önemli jeostratejik bir noktada ve kendinin de zaten bir çatışması var.

“Kıbrıs sorunu nasibini alıyor”

Enerji meselesiyle bağlantılı olarak, Doğu Akdeniz bölgesinde çok ciddi ülkelerin de konum aldığını görebiliyoruz. Doğu Akdeniz bölgesindeki hidrokarbon yataklarının keşfiyle başlayan bir süreç bu... Enerji konusunda Rusya’ya olan bağımlılığı da azaltmak üzere, Amerikan’nın ve AB’nin çok ciddi çalışmaları olduğunu biliyoruz. Bütün bu arayışlar, Doğu Akdeniz bölgesinde ortaya çıkan yeni enerji kaynaklarıyla daha da büyük bir önem kazandı ve gelinen aşamada Amerika ile Rusya arasındaki yeni dalga kutuplaşmanın da bir unsuru haline geldi.

Türkiye bir NATO üyesi, 1952’de Yunanistan ve Türkiye NATO’ya birlikte girdi. Geleneksel olarak, Türkiye Amerika’nın kurduğu NATO güvenlik sisteminin güney kanadının en güçlü parçası olarak kabul ediliyordu. Kıbrıs adasına baktığımızda, Kıbrıs’taki savaştan, 1974’deki harekattan ve bölünmeden dolayı, kuzeyde ve güneyde şekillenen farklı dinamiklerin olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin burada artan bir askeri mevcudiyeti oldu, daha geçen gün Erdoğan “40 bin kadar askerimiz var ve bunları daha da güçlendirme, artırma niyetimiz var” dedi. Güney’de ise 1987’den beri devam eden bir Amerikan silah ambargosu söz konusuydu. Amerikan silah ambargosundan dolayı güney, Rusya ile yakınlaşmak, Rusya’dan silah satın almak, askeri ve savunma teçhisatını güçlendirmek durumunda kaldı. Şimdi Amerikan ambargosu tamamen kalktı, Rusya ile ilişkilerin yeniden düzenlenmesi şartıyla... Aslında Amerikan ambargosunun kalkması, Amerika’nın kendi stratejik çıkarlarıyla ilgili bir durumdur, yani doğrudan Kıbrıs Türk tarafı ya da Türkiye’ye karşı alınmış bir karar olarak değerlendirilmemesi lazım. Ukrayna savaşının patlak vermesiyle, hem Ukrayna’ya destek sağlayabilme, hem de Rum tarafını Amerika’nın kendi saflarına çekebilmesini sağlayan bir unsur oldu. Stratejik bir adım...

Diğer taraftan Yunanistan’la Türkiye’nin arasında Ege’de çok büyük bir kriz patlak verdi. Konuyu yıllardır takip eden analistler ve uzmanlara göre, gerçekten gelinen aşama  öngörülemeyen tehlikeli bir aşamadır, ki bu durum çatışmanın ne boyutlara varacağını bilemeyecek bir noktadayız demektir ve bu da olumlu bir ortam yaratmaz. Türkiye, bir NATO üyesi olmasına rağmen, Rusya’ya yaklaşarak, NATO’ya karşı savunma için ortaya çıkan S-400 füze savunma sistemini aldı. Bu, Amerika ile stratejik ilişkileri çok ciddi anlamda derinden sarsan, zedeleyen bir konu olduğu için, Türkiye F-35 programından çıkarıldı. Amerika, Türkiye’yi “her koşulda güvenebileceğim bir müttefik değil” diye görüyor ve “eskiden Türkiye tarafından temsil edilen güney kanadımı güçlendirmem lazım” diye düşünüyor. Güneyde başka kim var? Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafı var. Amerika’nın Yunanistan’da üs kurma girişimleri de doğrudan Türkiye’ye karşı bir durum değil, tamamen NATO’nun güney kanadını güçlendirme ve Rusya’ya karşı gardını alma durumuyla alakalıdır. Bütün bu enerji ve güvenlik meselelerinin birbirinin içerisine girdiği, kaygan zemin yarattığı bir bölgenin içindeyiz ve tabiatıyla bunlardan doğrudan etkileniyoruz. Bahsettiğimiz aktörler, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafı, Kıbrıs sorununun doğrudan tarafları... Dolayısıyla Kıbrıs sorunu da bu bağlamda nasibini alıyor.

“Kıbrıs’ın kuzeyi, Türkiye’nin elinde bulundurduğu stratejik önem taşıyan bir yer”

Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümü bağlamında değişen politikasını bütün bu jeopolitik gelişmelere bağlıyorum. Çünkü Türkiye de bölgede kendi çıkarları olan bir devlet, kendi açısından korumakla yükümlü... Kıbrıs’ın kuzeyi, Türkiye’nin elinde bulundurduğu stratejik önem taşıyan bir yer ve Türkiye de kendini bütün bu gelişmelere karşı bir konum almak durumunda hissediyor. Bu noktaya gelmemizde, Kıbrıs Rum liderliğinin izlediği yanlış, dar görüşlü ve günü kurtarmaya yönelik politikaların etkisi çok büyük oldu. Annan Planı döneminde AK Parti hükümetinin de desteklediği süreç Rumların “hayır” oyuyla başarısızlığa uğradı. Türkiye, Kıbrıs’ta çözümü zorlayan politikalara her zaman destek oldu. Biliyoruz ki, 2008 itibariyle müzakereler başladığında da, Kıbrıs sorununun iki kesimli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayalı bir federasyonla çözülmesi ve daha geniş bir bölgede işbirliği olanaklarının yaratılması tasarlanıyordu ve enerji meselesi kilit noktadaydı. Sonraki yıllarda, Türkiye’nin desteğiyle Kıbrıs Türk tarafı, özellikle hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması, yönetilmesi ve paylaşılmasına ilişkin çeşitli önerilerde bulundu ancak Kıbrıs Rum tarafınca bunlar hiçbir zaman kabul edilmedi. Çünkü doğal kaynakların kendi egemenlik meseleleri olduğunu ileri sürdüler ve bu konuları Kıbrıs Türk tarafıyla konuşup, bir ortak zeminde uzlaşılmasını istemediler. Kıbrıs Rum tarafı, Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafıyla oturup uzlaşarak bu konularda bir çözüm yoluna gitmek yerine, kendi oluşturduğu müttefiklerle, Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafını dışlayarak bir yola gitmeyi tercih etti. Bütün bunlar Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik devam eden müzakerelerin sekteye uğramasıyla birleşince, Türkiye artık köklü bir siyaset değişikliğine gitmenin zamanının geldiğine karar verdi. Ben, bu değişen siyaseti bu bağlamda görüyor ve değerlendiriyorum. Ancak diplomasiyi bir kenara bırakarak, sorunlarımızı barışçıl yöntemlerle çözmekten ziyade, karşılıklı atışarak, zıtlaşarak, kutuplaşarak, çıkarlarımızı maksimize etmeye yöneldiğimizde bu çatışmadan başka bir şey doğurmaz.

“50 sene federasyon tartıştık, hiçbir şey olmadı. Dolayısıyla artık bitti ve yeni siyasetimizin peşinden gideceğiz, KKTC’nin tanınması için uğraşacağız” dediğiniz zaman, bunun Kıbrıslılara, adaya yansıması nasıl olacak? Yansımasının bütün bu ortam içerisinde olumlu olabileceğini kesinlikle göremiyorum. Maalesef sadece bölgede değil, bütün dünyada Ukrayna savaşından dolayı askeri, stratejik ve güvenlik meselelerinin ön plana çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Büyük güçler arasındaki rekabet ve savaş kızıştıkça, hepimizin olumsuz olarak etkilenme ihtimali çok yüksek.

“Stratejik tahta birilerin yaşam alanı, birilerinin yurdu”

 

Soru: Hem iki tarafın birbirinden uzaklaşması ve hem de toplumların kendi içlerinde bölünme olduğundan bahsedebiliriz. Bunu besleyen bazı siyasi güçleri olduğunu da görüyoruz...

Borman: Dış aktörler, Kıbrıs’a stratejik bir satranç tahtası olarak bakma ve piyonları oynatma noktasında olabilir. Ama stratejik tahta olarak gördükleri alan birilerin yaşam alanı, birilerinin yurdu... Bu alanın o insanlar, o toplumlar açısından nasıl zehirlendiğini görebilmek çok önemli. Ama bugün, her iki tarafta, her iki liderlik tarafından izlenen siyasete baktığımızda maalesef bunun idrakında liderlikler göremiyoruz. Yani toplumların, halkların refahını, barışını önde tutan, öncelikli olarak gören siyasetler yok. Yıllar boyunca sadece resmi boyuta, resmi müzakereler boyutuna odaklandık. Toplumlar arasındaki ilişkiyi geliştirmeye hiç odaklanmadık. Dönem dönem, toplumları yakınlaştırma görüşüne, ideolojisine sahip ve o politikaları güden siyasilerimiz oldu ama bunları gerçekleştirebilmeniz için her iki taraftaki politikaların uyum içerisinde olması gerekiyor. Bu olmadığı müddetçe, adanın her iki tarafında kendi kaderlerini kendi elinde tutamayan ve bütün bu bölgesel gelişmeler içerisinde savrulan iki toplum haline geldik. Bu da Kıbrıs’ın geleceği, adada barış, istikrar, refah ortamının sağlanması bağlamında baktığımızda çok olumsuz bir gelişmedir. Önümüzdeki günlerde bizi çok daha ciddi bir çatışma alanının ortasında bırakacak bir durum söz konusudur. Çünkü Kıbrıs Rum tarafı, şu anda Amerika’nın güdümünde hareket etmekte, Kıbrıs Türk tarafı tümüyle Türkiye’ye bağlı bir pozisyonda... Dolayısıyla küresel ve bölgesel güçlerin çekişme ve çatışma alanı içerisinde kendimizi bulmuş bulunuyoruz. Bu bağlamda toplum bireyleri olarak, bizim de yaşanan bu gelişmelerin idrakında olmamız lazım ki kendi geleceğimize sahip çıkma noktasında biraz daha aktif olabilelim, kendi liderliklerimiz, kendi siyasilerimiz üzerinde baskı unsuru olabilelim, bölgesel ve küresel güçlerin elini vurmasıyla oradan oraya savrulmayalım.

“Kimin kazanacağı elbette ki önemli”

Soru: Güneyde seçimler olacak ve bir lider değişimi olacak. Bir lider değişiminin, dışarıdaki dengeler alt üst olmuşken, Kıbrıs konusunda nasıl bir etkisi olur?

Borman: Olabilecek demeyi isterdim ama şu anki ortama baktığımızda bunun işleri rayına koyma bakımından çok da kolay bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Adaylar arasında mutlaka farklılıklar vardır. Anketlerde önde giden her üç aday da federasyonu desteklediğini söylüyor ancak konulara, adanın geneline, dünyaya bakış açılarında farklılıklar var. “Gelen, gidenle aynıdır” demek kolaycılığa kaçmak olur ve hiçbir zaman böyle bir görüşte olmadım. Siyasi liderliklerin her zaman çok önemli rol oynadığına, oynayabileceğine inandım, zaten biz bunu kendi liderlerimiz bağlamında da gördük. Dolayısıyla kimin kazanacağı elbette ki önemlidir. Bir federasyon çözümüyle adada iki toplumun daha büyük bir istikrar alanı içerisinde, barış içinde yaşayabileceğine inanan bir kişi olarak, adayların hepsinin federasyon yönünde bir çözümü destekliyor olmasını ise tabii ki önemsiyorum.

“Devletler ya da liderlikler sadece değerlerle hareket etmiyor, çıkarlarla da hareket ediyor”

Günün sonunda, maalesef devletler ya da siyasi liderlikler sadece değerlerle, ilkelerle hareket etmiyor, çıkarlarla da hareket ediyorlar. Çıkarlar elbette önemlidir ama çıkarlarla değerler arasında bir denge kuramazsanız ve yelpazenin tek bir tarafına doğru, sadece çıkarlara doğru eğrilinirse, savunduğunuzu iddia ettiğiniz politikaları gerçekleştirmek mümkün olmaz.

Bu bağlamda güneydeki seçimlerin ve seçilecek olan başkanın kritik öneme sahip olduğuna inanıyorum. Siyasi liderlikler özellikle kendi toplumlarını, halklarını mobilize etmede çok önemlidir. Biliyoruz ki, 2004’te Annan Planı’nın Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilmesinin baş öncüsü cumhurbaşkanlarıydı. 2017’de Crans-Montana’da masayı bırakıp kaçan ve ortaya çıkmakta olan çözümü reddeden yine Rum lideriydi. Ve Kıbrıs Rum toplumu bunun hesabını sormadı. Bunun etkisini yadsımamak lazım çünkü liderlikler toplumları yönlendiriyor ama bireylerin de kendi liderliklerini etkileyebilme potansiyeline sahip olması lazım. Bu noktada, Kıbrıs Rum toplumunun üyelerine de çok büyük görevler düşüyor. Genel olarak biz Kıbrıslar kaderci bir yaklaşıma sahibiz ve “büyük güçlerin ortasında biz ne yapabiliriz ki, bizim gücümüz neye yeter” diye düşünüp aslında toplumsal dinamiğin gücünü görmezden geliyoruz. Halbuki bu güce inanıp, bu bağlamda siyasileri etkilemenin ve üzerlerinde baskı kurmanın çok önemli olduğuna inanıyorum.

Kıbrıs Dönüştürücü Senaryolar Süreci...

Soru: Bu noktadan, iki devletli çözümü ve federasyonu isteyenler ve diğer taraftan ikisinin de olamayacağını söyleyenler var. Sizin de içinde olduğumuz bir çalışma grubu, “Kıbrıs dönüştürücü senaryolar süreci” diye bir çalışma yapıyorsunuz. Orada ne olması gerektiği veya ne olacağına dair tahminler yapmıyorsun, neyin olabileceğini ortaya koymaya çalışıyorsunuz. O zaman ne olabilir, mümkün olan nedir?

Borman: Kıbrıs Dönüştürücü Senaryolar Süreci, geçmiş on yıllardaki kayda değer çabaların üzerine inşa edilmiş, Kıbrıslıların, Kıbrıs sorunu da dahil olmak üzere aynı zamanda bunun ötesine geçen çoklu kaygılarını ele alıyor. Bu çaba, toplumun her kesiminden Kıbrıslıların geleceklerini birlikte keşfetme ve tartışma çabasıdır. Senaryo oluşturma süreci Reos Partners, Results Mediation Foundation ve PRIO Kıbrıs Merkezi tarafından Hollanda, Finlandiya ve Norveç hükümetlerinin desteğiyle yürütülülüyor. Grup 36 Kıbrıslı’dan, 18 Kıbrıslı Türk ve 18 Kıbrıslı Rum’dan oluşuyor. Hem toplumsal cinsiyet eşitliği, hem de toplumun farklı kesimlerinin  temsil edilmesi konusunda hassasiyet gösterildi. Bu 36 kişinin, Kıbrıs’ın bütününü temsil edecek şekilde oluşturulmasına odaklanıldı. Farklı siyasi görüşlerden, farklı profesyonellik alanlarından, farklı yaş gruplarından üyeler var, dini azınlıkların temsil edilmesi noktasında hassasiyet gösterildi. Çok çeşitli altyapıdan gelen insanlar bu grubu oluşturdu. Amaç, nasıl bir çözümü ya da nasıl bir geleceği arzuladığımız değil, önümüzdeki 10-12  yıllık süreçte nasıl bir geleceğin mümkün olduğunu öngördüğümüzü ortaya çıkarmak. Hiç birimiz müneccim değiliz, geleceği bilemeyiz ama öngörülebilir tespitlerde bulunabiliriz. Tek bir gelecek ortaya çıkamayacağı için de dört senaryodan oluşan bir senaryolar takımı hazırlandı. Şu anda bu senaryolar sonuçlandırılma aşamasındadır, dolayısıyla bunlarla ilgili şu anda bilgi veremiyorum. Bu takımı ortaya çıkardıktan sonra daha geniş kesimlerle ve halkla paylaşılma süreci olacak. Aslında buradaki dönüştürücü nokta, geleceğimizi şekillendirme bağlamında bize bir gösterge ortaya koyabilmesidir. Gelecekle ilgili varsayımlarımız, öngörülerimiz, düşüncelerimiz olabilir ama geleceğin attığımız adımlarla nasıl şekillendiğini gördüğümüz zaman, geleceğimize yön verme şansını elde etmiş oluruz.

Röportaj Haberleri