Doğu Akdeniz’in “kenar mahallesinde” yer alan ülkemiz son günlerde “ağır misafirler” ağırlıyor. Diplomasi trafiği bakımından “tenha” sayılan Kıbrıs’ta görülmedik bir hareketlilik yaşanıyor. Almanya, İngiltere, Rusya ve Amerika dışişleri bakanları birkaç günlük arayla semtimize uğradılar, sırada gelecek olanlar da var. Onları buraya getiren büyük başarılarımız değildir elbette. Maalesef, bitmeyen bir sorun olduğumuz için bizimle ilgileniyorlar. Fakat bu ilginin her zaman sadece “bizimle” sınırlı olmadığı gibi, aynı yoğunlukta da devam etmediğini adalılar olarak tecrübeyle öğrenmiş bulunuyoruz. Şimdilerde bizimle bu kadar ilgilenmelerinin birçok nedeni vardır.
Bir kere, bölgemiz yanıyor ve yangın yerine dönen bölgemizden yükselen dumanlar Afrika çöllerinden yükselen toz bulutları gibi bize ulaşıyor. Dinsel fanatizmin bölgeye saçtığı şiddet ve ayrılıkçı hareketler devletler sistemini sarsıyor ve yeni haritaların oluşmasına yol açıyor. Kıbrıs, bu çılgın gidişat içinde Müslümanlarla Hristiyanların barış yapabileceği en kolay ülke olarak görülüyor. Yani, Kıbrıs Sorununun çözümü jeopolitik değer kadar, “medeniyet değeri” de kazanmıştır. Huntington’un “medeniyetler çatışması” olarak adlandırdığı –her ne kadar hiç de öyle değilse- “Doğu-Batı”, “Müslüman-Hristiyan” çatışması Kıbrıs’ta yapılacak barışla durulmaya başlar ve başka yerlere de örnek teşkil eder.
Bir diğer nokta, Suriye krizinin yan sonuçlarıdır. Milyonlarca mültecinin Batı’nın yolunu tutması ve Türkiye’nin bir geçit noktası oluşturması, düne kadar Türkiye’nin AB üyeliğine kapıyı kapatanların birdenbire ve biraz da telaş içinde Türk-AB ilişiklerini canlandırmaya soyunmalarına yol açtı. Suriyeli mültecileri Türkiye’de tutmak koşuluyla Türkiye’ye para yardımı ve AB üyeliği yolunda hızlı adımlar atma imkanı sunuyorlar. Fakat yol alabilmek için AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin onayına ihtiyaç duyuyorlar. Önümüzdeki aylarda Türk yurttaşlarının AB içinde vizesiz seyahat etmesini ve üyelik müzakerelerini hızlandırmak için yeni başlıkların açılmasını Ankara’ya vaat eden Brüksel, Lefkoşa’nın sesine de kulak vermek durumundadır. Türkiye açısından ise “Kıbrıs şantajı” karşısında çözüme yöneldiği gibi bir resmin oluşmaması için Mart ayına kadar iki toplumun Leymosunlu liderlerinin sonuç alması ve kapsamlı bir çözüme ulaşması en hayırlısıdır. Volkan Bozkır’ın Mart’a kadar çözüm beklediğini açıklaması bu çerçevede okunmalıdır.
Bir başka önemli kriz, Türkiye ile Rusya arasında yaşanan “uçak krizidir.” Kimin haklı olduğunu, Suriye’de İŞİD’i bahane edip ayrı ve çatışan hedefleri nasıl vurduklarını şimdilik bir kenara koyalım ve Rusya-Türkiye gerginliğinin dinamiklerinin tarihsel olarak ne yönde işlediğine bakalım. Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri Rusya ile yaşanan gerginlikler ve savaşlar yönetici Osmanlı kadrolarının yüzünü Batı’ya çevirmesine yol açmıştır. 19. yüzyılın en köklü reformları olarak bilinen Tanzimat reformları, Rusya tehlikesi karşısında Batı’ya yönelen Osmanlı yöneticilerine Batı tarafından dayatılmıştır. Rusya karşısında Batı’nın desteğini arayan İmparatorluk yöneticileri Hristiyan ve Müslümanların eşitliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. 1856 tarihli Islahat fermanı da aynı nedenle hayata geçirilmiştir. 1878 yılında adanın İngilizlere kiralanması, yine Rusya tehlikesine karşı Batı’dan yardım sağlansın diye atılmış bir adımdı. Benzer bir durum Türkiye Cumhuriyeti döneminde de yaşanmıştır. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle ısrarla Batı kurumları içinde yer almayı istemesi ve 1952 yılında NATO üyesi olması, Sovyetler Birliği’nin bir tehdit olarak görülmesindendi. Kısacası, ne zaman Türk-Rus gerginliği yaşansa, Türkiye yüzünü Batı’ya dönüyor ve Batı’dan yardım istiyor. Günümüzde yaşanan kriz de Türkiye ile Batı’yı daha da yakınlaştıracak bir krizdir. Hatta, Türkiye’nin AB üyeliğine yeni bir ivme kazandırmayı zorlamasına yol açacaktır. Bu durum Kıbrıs’ın önemini arttırmaktadır. Türk-AB ilişkilerinde önemli açılımların yapılabilmesi için Kıbrıs Sorununun çözüme kavuşturulması şarttır. Nitekim, geçtiğimiz günlerde ilk defa bir Türkiye başbakanı, hem de Lefkoşa’da, bunu dillendirmiştir. Başbakan Ahmet Davutoğlu adanın kuzeyine yaptığı kısa protokol ziyaretinde Kıbrıs Sorununun çözülmesinin Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesinin önünü açacağını söylemiştir.
Görülebileceği gibi, Doğu Akdeniz’deki fakiranemizin kıymetli ziyaretçilerin baskınına uğraması için pek çok neden vardır. Fakat bunun konjonktürel olduğunu asla unutmamalıyız ve daha da önemlisi, şımarmadan çözüm yönünde doğru adımlar atmalıyız. Aksi halde, gün gelir, kendimizi Doğu Akdeniz’de kimsenin ilgilenmediği “tenha” mahallemizde sorunlarla baş başa kalmış yapayalnız bulabiliriz...