“Kabare dansözlüğünden Kıbrıs’ın prensesliğine...”

Sevgül Uludağ

“Lefkoşa’nın Geçmiş Yılları” başlıklı sosyal medya sayfasında Anastasios Mihalidis, Zina Kanther’in hayatından kesitler yayımlıyor... Zina Kanther, bir kabarede dansözlük yaparken, Kıbrıs’ın son prensesi ünvanına kavuşmuştu... Ve Kıbrıs’ın geçmişteki popüler kültür hayatında, önde gelen bir hayırsever olarak adından söz ettiren Zina Kanther’le ilgili olarak şu bilgiler paylaşılıyor:

***  1950’lerin Kıbrıs’ında kabaredeki bir kızın hayatı sefalet, sömürü ve yüksulluk içerisindeydi... Bu kızlar için kurtuluş yoktu... Fakat aralarından birisi şanslı idi...

***  Zina Kanther – kendisi Kıbrıs’ın tek prensesi – hayatının önemli bölümünü bir kabare dansözü olarak geçirmişti fakat talihi nihayetinde ona gülümseyecekti. Dünyanın en zengin adamlarından birisiyle evlenerek fakir bir dansözden adanın en büyük hayırseverlerinden birine dönüşecekti...

***  Adı hayırsever yardımlarla, okulların ve hastanelerin inşaatıyla ve EOKA ve EOKA B örgütlerine yardımlarıyla anılıyor olacaktı...

*** Zina ya da asıl adı olan Theognosia, Baf’ın Tala köyünde dünyaya gelmiş, orada vaftiz edilmişti... Fakir bir ailenin on çocuğundan en küçüğü idi... Çocukluğu bu fukaralık nedeniyle dayanılmazdı – yalnızca karşılaştığı zorluklar değildi sözkonusu olan, aynı zamanda şiddet imajlarıyla karşı karşıyaydı... Babası haksız yere hırsızlıkla suçlanıp hapse atılmıştı – hapisten çıkınca alkolik olmuş ve şiddete başvurmaya başlamıştı... Karısını ve çocuklarını istismar eden bir adama dönüşmüştü...

***  Zina’nın masum gözleri o şiddet dolu imajlara dayanamıyordu... Nihayetinde babası evi terkedecek ve ailesi de çaresiz kalacaktı. Böylece kendisi de okuldan ayrılarak temizlikçi ve hizmetçi olarak 16 yaşına kadar çalışacaktı, ailesi hayatta kalsın diye... Sonra da Leymosun’da bir klinikte bir iş bulacaktı...

***  Birkaç sene sonra Zina, annesinin baskısıyla Lefkos adlı birisiyle nişan olacaktı... Bu, genç kadına aşık olmuş olan Baf’tan bir gençti... Nişan olmuşlar ve birlikte yaşamaya başlamışlardı ancak Zina hamile kalınca bu genç onu terkedecekti ve Zina oğlu Sokratis’i tek başına büyütmek zorunda kalacaktı...

***  Bir hizmetçi olarak kazandığı para, rahat biçimde yaşamasına yetmiyordu... Bir arkadaşı, kabarede dansöz olarak çalışmasını önermişti... Böylece büyük bir karar vermiş ve Kıbrıs’taki en ünlü kabarede dansöz olarak çalışmaya başlamıştı... Çok sıkı çalışıyor, dans ve bale dersleri alıyordu... Ünü Leymosun, Lefkoşa ve Larnaka kabarelerinde yayılıyordu...

*** Gerek kabare çevrelerindeki dedikodulardan, gerekse kendini anlattığı hatıralardan bu kabarelerde kadınların nasıl da sömürüldüğünü ortaya koyuyor... O, hatıralarında bu kabarelerde inanılmaz şeylerin olduğundan söz ediyordu... “Burada vahşi avcılar eksik değildi... Pek çoğu kalbimi ve bedenimi istiyordu... Beni dövüyorlardı ve içki içirmeye çalışıyorlardı... Dans etmemi istiyorlar, beni kucaklıyorlar, yapışıyorlardı üstüme... Sonuçta belli olan önerilerini yapıyorlardı... İşimi kaybetmemek için sabırlı ve kibar olmalıydım... Bana bu kabarelerdeki diğer sanatçılara benzemediğim söyleniyordu... Bu ahlaksız ortamda doğal olmayan birisisin sen deniyordu bana...”

***  Zina işte burada tanışacaktı eşiyle: “Allah, yeterince acı çektiğime karar vermiş olmalıydı... Artık cennetin dar köprüsünden geçip yürüme vaktim gelmişti... Ve beni kurtarmak üzere gelen de oydu işte...” diyor hatıralarında... Dünyanın en zengin adamlarından birisi olan Christian Kanther’in serveti çok büyüktü ve Zina bunu ancak onunla evlendikten sonra öğrenecekti...

***  Zina, Christian Kanther’le bir ilişki içerisindeyken ciddi bir araba kazası yaşamıştı adam ve Zina koşup ona yardım etmiş, iyileşinceye kadar da ona destek olmuştu... Christian Kanther de alkolikti ve sürekli detoks programlarına girip çıkıyordu. Zina ise onu korumaya çalışıyordu...

***  Zina 30 yaşındayken, 1952 yılında evlendiler... O zaman medya, Baf’ın küçük köyünden yoksul Sinderella’nın hayatını kaleme almaya girişmişti, bu yoksul kız zengin bir işadamıyla evlenmişti... Zina, ancak evlendikten sonra Amerikan pasaportu alma sürecinde, avukattan kocasının hiç sözünü etmemiş olduğu büyük servetinin varlığından haberdar olacaktı.

***  1967 yılında Zina Kanther, Prens Paul Palaiologos Krive tarafından manevi evlatlık olarak kabul edilecek ve “Tyra (Tir) Prensesi” ünvanını kazanacaktı böylelikle... Evliliğinden gelen çok büyük serveti, bu ünvanla birleşecek ve Zina Kanther, büyük hayırseverliklere girişecekti... Okullara, kurumlara, derneklere ve kiliselere yardım ediyordu... Evsiz ailelere ve öksüzlere evler yaptırıyor, kendi cebinden pek çok çocuğun eğitim masraflarını ödüyordu... Onun hala Kıbrıs’ın en büyük hayırseveri olduğu kabul edilmektedir...

***  Grivas’la tanışıklığı ve ahbaplığıyla birlikte EOKA’ya da maddi yardımlarda bulunmuş, hatta bazı raporlarda EOKA-B’ye de mali yardım yaptığı belirtilmişti... 1978 yılında polis tarafından tutuklanarak sekiz gün tutuklu kalmıştı – o günlerde Cumhurbaşkanı olan Spiros Kiprianu, gizemli bir komplo nedeniyle onu şikayet etmişti – bu komploya Alman büyükelçisi, bazı politikacılar ve pek çok diğer ünlü insan karışmıştı...

***  Kıbrıs’ın tek prensesi 2012 yılında 82 yaşında vefat etti... Hayatının son yıllarını Lefkoşa’da villasında geçirmişti – uzun süre komada kalmıştı... Adı, adanın en büyük yardımseveri olarak hala anılıyor...

Yine “Lefkoşa’nın Geçmiş Yılları” sayfasında bir diğer paylaşımda ise Zina Kanther’in yardımseverliğini pek çok kişinin sömürdüğünden söz ediliyor ve ayrıca meşhur Zina Palas Sineması’nın da onun tarafından yaptırıldığına işaret ediliyor...

https://www.facebook.com/photo/?fbid=1598413330361831&set=gm.3991308474297571


Zena Kanther


“Elisabeth Jäger: Enkazda açan soylu çiçek...”

Özgür Çoban

Leopoldine Elisabeth Morawitz, 25 Eylül 1924’te Viyana’da dünyaya geldi. Kötü zamanlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından büyüyen ekonomik yıkım; açlık, sefalet ve acı olarak kendisini gösteriyordu, Hristiyan-Katolik bir ailede doğan Elisabeth’in çocukluk yıllarıydı. Babası August Morawitz, Viyana’daki Naschmarkt’ta pazar görevlisi olarak çalışıyordu. Annesi Leopoldine ise bir ev hanımıydı. Annesi ve babası dinle tüm bağlarını koparmış, kendi halinde yaşayan insanlardı.

“Nasıl hayatta kalacak bunca kederle” diye düşündü kısa bir an. Yarasını pansuman ettiği kadınının acıdan kasılmış bedenine baktı. En çok sırtı yara bere içerisindeydi. Çok dövülmüştü, belli oluyordu. Elindeki bez kandan kıpkırmızı olmuştu yine. Temiz pansuman bezi almak için kalktı. Birkaç adım sonra ayağına bir şey takıldı, eğildi. Kirden rengi artık siyaha dönüşmüş olan küçük Albert’in pembe ayıcığıydı bu. “Demek sen de kurtuldun” dedi, eline alırken oyuncağı. Ya Albert? Ya annesi Freida? Albert’in kara kara bakan koca gözleri geldi aklına, ağladı.

1933… Biraz yürüyüp yorulmuştu ama okulun arkasındaki papatya tarlasını çok seviyordu. Birkaç yıldır her ilkbaharda, çiçekler açmaya başladığında, tarla sarı beyaza boyandığında soluğu burada alıyordu. Öyle yorgundu ki bıraktı bedenini çiçekten yatağa. Gökyüzüne bakıyordu şimdi. “Neden insanlar bu kadar mutsuz ve huzursuz” diye düşündü. Oysa ki dokuz yaşındaydı daha. Zaman böyleydi ama çocuklar, annelerinin sütü ağızlarından kesildiği andan itibaren büyümeye başlıyorlardı. Keder ve acıyla çevrili bir dünyada kalpleri nasır bağlaya bağlaya büyüyorlardı, çabuk büyüyorlardı. Yan komşuları Yahudi bir aileydi. Babasıyla konuşurken duymuştu komşu amcayı dün. Komşularının, “Koskoca bir ülkeyi nasıl böyle bir deliye emanet ederler? Ne yapıyor bu insanlar? Bu işin sonu çok kötü olacak” dediğini işitmişti. O deli, bir süre önce Almanya’da şansölye olan küresel katil Adolf Hitler’den başkası değildi.

Doğruydu komşu amcanın söyledikleri işin sonu kötü olacaktı ama biraz daha zaman vardı. Kötülük gelişiyordu, büyüyordu, yayılıyordu. Almanya’da Yahudiler’e yönelik başlayan zulüm, dalga dalga kıyılarına vuruyordu Avusturya’nın.

Zaman aktı. Elisabeth, 1938’de ortaokulu bitirdi ve sonrasında bir kırtasiyede çalışmaya başladı. Etrafında Yahudilere karşı başlayan nefret seline anlam veremiyordu. Annesi, babası ve küçük kardeşi Bruno ile bazı akşamlar gittikleri yan komşularında soba başında uzun uzun oturuyor, ülkenin içerisinde bulunduğu politik durum hakkında konuşuyorlardı. Babası, Yahudi komşusu Nathan’a, “Korkmayalım dostum. Biz bir aileyiz. Bu aşağılık faşistlere karşı direnmek insanlık borcu” diyordu. Babası bu sözleri sarf ederken, kanı damarlarında deli ırmaklar gibi çağlayan Elisabeth’in hayatının geri kalanında hangi yoldan yürüyeceğini belirlediğini bilmiyordu.

HİTLER’İN AVUSTURYASI

Avusturyalılar, 1938’de, Hitler’in tek bir kurşun atmadan ülkeyi ilhak etmesine izin verdiler. Bu andan itibaren zulüm iyice arttı. Elisabeth, böyle bir ortamda Komünist Gençlik Birliği’ne üye oldu. Çok sonraları verdiği bir röportajda, “Ailemde herkes faşizme direndi. Babam iş yerinde antifaşist broşürleri bastığımız makinemizi saklıyordu” demişti.

Elisabeth, Almanya Komünist Partisi’ne bağlı olarak faaliyet gösteren yardımlaşma kuruluşu Rote Hilfe’ye katıldı bir süre sonra. Kızgındı ve çok hırslıydı. Faşistlerin yaşama ve umuda saldırısı durmaksızın devam ediyordu. Her gün gözünün önünde gencecik kızlar, erkekler, anneler, babalar, kardeşler trenlere doldurulup toplama kamplarına gönderiliyordu. Çok gençti birçoğu. Belki de kaplerine hiç aşk dokunmamış kadar…

Zor zamanlardı. Elisabeth ve arkadaşları Yahudi ailelere yardım ediyor, onları saklıyorlardı. Bir süre sonra istasyonlarda toplama kamplarına gönderilmek için bekletilen masumları kapatıldıkları yerlerden kaçırmaya başladılar.

Artık 1941 yılı gelmişti. O kadar uzun zamandır ailesini görmüyordu ki. Sonra bir akşam çekinerek yanına yaklaşan bir arkadaşı usulca kulağına fısıldadı, “Baban ölmüş”… Ne kolaydı, iki kelime sadece. O iki kelime yaşamında bir milattı oysa ki. “Baban ölmüş”… Ayrılırken son kez öpmüştü yanaklarından. Her zamanki traş sabunu kokusu. Yüreğine hapsetmişti o kokuyu. Saçlarına gitti eli. Acaba babamın ellerinin kokusu gelir mi diye? Babası Elisabeth’in saçlarını okşardı her dizine yattığında. Gelmedi ellerinin kokusu. Kapattı gözlerini, ağladı.

3 Temmuz 1941… Elisabeth bir röportajda, “Bu tarihe kadar genel anlamda işler yolunda gitmişti. Sonra olanlar oldu” diyecekti. Elisabeth, ofisten çıkarken faşist çete Gestapo tarafından tutuklandı. “Gestapo merkezine gittiğimde annem ve kardeşim çoktan oraya getirilmişti” demişti aynı röportajda. “Annemin hiçbir suçu olmadığını, yanlış yaptıklarını anlatmaya çalıştım ama olmadı. Annemi ‘Rote Hilfe’ye yardım toplamak ve evini yasa dışı toplantılara açmak’ suçlarından tutukladılar” diye devam edecekti sözlerine.

TUTUKLANMA VE KARDEŞE VEDA

Elisabeth ve kardeşi Bruno, “vatana ihanet” suçundan tutuklandılar. Bruno idama mahkum edildi. Bruno, insanlık ve medeniyet yolunda, yaşamını feda eden ilk çiçeği burnunda olmayacaktı elbette. 1944’te cezasını infaz ettiler. Daha çok gençti. Son ana kadar mücadelesinde hiçbir pişmanlık belirtisi göstermedi. Mağrur yürüdü idama, tereddütsüz. Onu görenler, bir bayram sabahı, ellerinde tazecik kır çiçekleriyle panayır yerinde yürüyor sanırdı. Daha hiç sevda solumamış kalbi son kez çarptı göğüs kafesinin ardında. Gitti… Güneşe yürüdü o gencecik yaşında, kalbinde yaşamını boş yere feda etmiyor oluşunun verdiği huzurla. Elisabeth, kardeşiyle kalbinde vedalaştı. Rüyasında öptü gözlerinden. Elveda…

Elisabeth, 1941 yılından itibaren Münih-Stadelheim hapishanesinde 3 yıl boyunca tutuklu kaldı. Anılarını paylaştığı bir söyleşide şunları anlatacaktı hapishane hayatına ilişkin olarak, “Üzerimde giyecek pek bir şeyim yoktu. Orada benimle birlikte tutulan bir yoldaşım Hamburg’ta yaşayan teyzesinden rica etti. Kadın terziydi. Bana bir elbise dikti. Onunla çıktım mahkemeye.”

Tutuklandığında daha 17 yaşındaydı. Ravensbrück toplama kampına gönderildiğinde artık 20 yaşına gelmişti. Toplama kampındanki nazi askerler en çok ondan nefret ediyorlardı belki de. Sürekli “Yahudi dostu”, “vatan haini” diye aşağılıyorlardı Elisabeth’i. Devamını kendisinden dinleyelim: “Kampta beni Blok 19’a yerleştirdiler. Bana verdikleri iş, kum taşımaktı ama bedenim öyle zayıf düşmüştü ki açlıktan, yorgunluktan. Tüm gün ellerimde bir kürek… Kürekle, kürekle, kürekle… Hızla tükendiğimi fark eden yoldaşlarım Toni, Bruha ve Anni Hadi bana yeni bir iş verilmesini sağladılar. Onların sayesinde hayatta kaldım.”

Elisabeth, kadınların getirildiği bu toplama kampında aklın alamayacağı acılara tanık oldu. Anneleri gözlerinin önünde fırınlara ve gaz odalarına gönderilen evlatlar gördü. Bir defasında buna ilişkin olarak, “Asla unutmadım yanık et ve klor kokusunu” demişti.

Kampta anneleri ve babaları katledilen yüzlerce çocuk, sağ kalanlara sığınmıştı. Bir gün arkadaşlarıyla birlikte bu çocuklar için küçük bir eğlence düzenlemeye karar verdiler. Üzerine çarşaf serdikleri bir masaya oradan buradan buldukları küçük oyuncakları, birkaç parça bisküviyi koydular. İlk minik Albert girdi koğuşa. Masayı görünce parlayan gözleri pembe ayıcığa kilitlendi. Koştu, kucağına aldı oyuncağı. Mutluydu çocuklar belki de son kez mutlu…

Mart 1945’te kamptaki ağır koşullara daha fazla dayanamadı ve Tifüs oldu. Üç kişiyle paylaştı tek yatağı. Yıllar sonra kamptaki günlerini anlatırken yanındakilere, “Hoşgörü evet ama insanları doğdukları kimliğe göre katletmeye çalışan faşistlere asla hoşgörü göstermeyeceğim” dedi.

YENİDEN VİYANA’DA

Birkaç yoldaşıyla birlikte kamptan çıkmayı başaran Elisabeth, Kızıl Ordu 1945’te kampı kurtardığında geri döndü. Kampa geldi. “İnsanlarımın, yoldaşlarımın yardıma ihtiyacı vardı. Ben onlara aittim. Öylece sırtımı dönüp gidemezdim” diyecekti dönüşüne ilişkin olarak.

Kaldırdı yaşlı gözlerini yerden, ellerinde küçük Albert’in pembe ayıcığı… Ne çok acı çekilmişti ne çok keder vardı. Kampın toprağı kederle yoğrulmuştu adeta. Anneler, kardeşler, evlatlar, arkadaşlar yani milyonlarca masum… Birer birer karıştılar sonsuzluğa, yıldız oldular. Elisabeth Jäger, Berlin’de katıldığı bir söyleşide, “Acı bitti, dayaklar, işkenceler bitti ama unutmamız gereken bir şey var, Hitler gökten düşmedi. Hitler gibi katil faşistler, kendi ellerini pisletmek istemeyenler tarafından icat edildi, finanse edildi ve desteklendi” demişti. Bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki faşizmin insanlığı kirletmeye nereden ve nasıl başladığı.

Temmuz 1945’te Elisabeth, memleketi Viyana’ya döndü. Rüzgârı kokladı. Anne, baba, kardeş kokusu aradı. Kim bilebilir ki neler hissetti o an. 1950’ye kadar Sovyet ordusu tarafından yayımlanan Österreichische Zeitung’da gazeteci olarak çalıştı. Sonra aşk yokladı kalbini. Max Bair ile tanıştı. Max da İspanya’da faşistlere karşı savaşan bir devrimciydi. Evlendi Max ile. Almanya’ya taşındılar. Burada Elisabeth ve Martin Jäger olarak yaşadılar. Leipzig Üniversitesi’nde gazeteci olarak eğitimini tamamladı ve sonraki yıllarda radyo, çeşitli dergi yayıncıları ve Kültür Bakanlığı’nda çalıştı. kızları Brigitta 1951’de , Claudia ise 1954’te doğdu.

Elisabeth, Ravensbrück toplama kampını düzenli olarak ziyaret etti. Her zaman elinde tek bir kırmızı karanfille… Soranlara, “O çiçeği önce kardeşim, annem, babam ve orada can veren masumlar, yoldaşlarım için bırakıyorum o kampın topraklarına” diye yanıt verecekti.

Elisabeth (Lisl) Jäger, diğer tüm faşizm kurtulanları gibi ömrünün geri kalanını, gençleri aydınlatmaya adadı. Paneller, röportajlar, toplantılar… Tüm yaşamı boyunca politik oldu. 2008’de Brandenburg Liyakat Nişanı’na layık görüldü.

28 Haziran 2019’da Berlin’de aramızdan ayrıldı. Yaşamını yitirdiğinde 95 yaşındaydı. Dile kolay, mücadeleyle geçmiş neredeyse 1 asır… Onurla, şerefle huzur içerisinde gözlerini yummuş bir kadını anlatmak istedim sizlere. Aziz Nesin’in dediği gibi “insan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur” Soylu bir yaşam sürebilmenin biricik şartı bir başkasının acısına sessiz kalmamak olmalı. Bu soylu kadın bunu yaptı, acıya sessiz kalmadı. O da acı çekti, ailesini kaybetti barış, kardeşlik ve umut adına. Adı insanlık tarihine yazıldı altın harflerle. Var olsun… Selam olsun yürekleri sınır tanımayan devrimcilere.

Ravensbrück toplama kampına savaş boyunca 40 ülkeden 123 bin kadın getirildi. Bunların 30 bini sadece kamptaki kötü koşullara dayanamayarak yaşamını yitirdi.

(AVLAREMOZ – Özgür ÇOBAN – 11.2.2022)