Lefteris Adilinis’in Havadis gazetesindeki (5-9-2016)yazısını okuduğumda, yıllar önce yazdığım bir yazı düştü aklıma…
“Şu anda gerçekten Nikos Anastasiadis ve Mustafa Akıncı’nın yerinde olmak istemezdim. Yoğunlaştırılmış görüşmeler kapsamında yaptıkları her toplantının ardından verdikleri kısa demeçlere ve vücut dillerine bakılırsa, her ikisi de artık oyunun bittiğinin farkında. Amerikalılar, Avrupa Birliği ve Türkiye Kıbrıs sorunu sayfasını kapatmaya hazırlanıyor.
Uluslararası toplum senaryolar üretti, çözümün ekonomik ve siyasi sürdürülebilirliği ile ilgili çalışmalar yaptı ve bu yılın sonundan önce noktayı koymak için tüm tarafların katılacağı bir uluslararası konferans için hazırlık yapıyor. Büyük bir baskı var ve artık uluslararası toplumunun o çok bilinen bayat dalavere ve taktiklere karnı tok.” Diye “umutlu” başladığı yazıyı “belirsizlik” içeren satırlarla tamamlıyordu.
Son günlerde “çözüm karşıtı çevrelerin” agresif çıkışları ile liderlerin açıklamalarından yola çıkan tüm “yorumcularda” Lefteris gibi “temkinli bir iyimserlik” havası hakim… Haftaya (14 Eylül’de) “ilerlemeler’in açıklanacağı; büyük adımlar atıldığı” duyuruldu Liderler tarafından. Oysa her iki toplumda da “olumlu bir sonuç elde edilebileceğine” inananların sayısı (şimdilik) çok az… Liderlerin New York ziyareti; bizde de “bayram rehaveti” geçtikten sonra bu durum değişir mi bilemem; ama 2016’nın son üç ayının oldukça yüksek tansiyonlu geçeceği ortada.
Aşağıdaki yazım 1992’de yazılmış ve her sekiz yılda bir tekrarlanmak zorunda kalmıştır… Bu yazıyı bir kez daha tekrarlamak istemiyorum. Umarım bu son olur!...
SEKİZ YIL SONRA…
Son günlerde toplumu saran yeni bir umut dalgası gündemi oluşturuyor: Kıbrıs’ta bir anlaşma umudu…
Kahvehanelerde, sokakta, evlerde, işyerlerinde karşılaşan insanlar hep bunu konuşuyor günlerdir… Konuşmalarda hep bir ikilem… Olur mu; olmaz mı?
Misafirliğe gittiğiniz evlerde insanlar nasıl olduğunuzu, ne içeceğinizi sormadan; anlaşma olup olmayacağını soruyor.
Kliniğe gelen hastam dişinin ağrısını unutup ayni soruyu soruyor öncelikle…
Hatta -hiç abartma yapmıyorum- düğünlerde damatla gelini beklerken ; ya da tebrik kuyruğundaki gündem bile bu…
Umutları onlarca kez boşa çıkarılmış insanlar, her şeye karşın tedbirli… Umudunu açığa vurmak için karşısındakini yokluyor önce…
- Sence anlaşacaklar mı?
Karşı tarafın yanıtını olumlu ise hemen “kanıtlar” sıralanmaya başlıyor…
- Bu sefer masadan kaçmak kolay değil…
- Tabii… Sıkıysa kaçsınlar… Beş tane Güvenlik Konseyi üyesi dikilmiş başlarına… Vay kaçanın haline…
- Baksana, Mitsotakis “Veto”yu kaldırıyor; Demirel onu Karadeniz bilmemnesine alıyor… Yunan’ınan Türkiye anlaştıktan sonra bizimkilere…
- Öyle tabii… Bir da uyduruk Vaftiz töreni ayarladılar… Bu ayakları biz bilmeyiz sanki…
- Ben onu bunu bilmem; bu iş bu sefer bitti… Yoksa, durup dururken Amerika’nın Omorfo’da işi neydi?
- Ya tapudaki işler ?..
- Yok yok… Bu sefer kimse kaçamaz… Bırak Derviş debelensin, kim dinler?
- Zaten onu dinleyen olsaydı, o adı var kendi yok tabella örgütcüklerinin imza kampanyası boklanmazdı.
- Birileri bükmüştür onların kulaklarını…
- Amerika Saddam’ı dize getirdi, da bizim kıçıkırıkları bırakacak?.. vs.vs…” (2 Temmuz 1992)