Tufan Erhürman
Victor Klemperer’in, LTI -Nasyonal Sosyalizmin Dili- adlı kitabını okuyorum bu günlerde. Klemperer, 1881-1960 yılları arasında yaşamış, 1935 yılında Naziler tarafından Dresden Üniversitesi’nden uzaklaştırılmış, Yahudi bir Fransız Edebiyatı profesörü. Kitabın ana gövdesini, 1933’ten 1945’e kadar tuttuğu günlükler oluşturuyor. Bu günlükler iki açıdan son derece önemli. Kamusal açıdan önemli çünkü o dönemlerde yaşananları mağdurlardan birinin kaleminden okuma fırsatı veriyor bizlere. Ama Klemperer’in kişisel tarihi açısından da önemli çünkü kendi deyişiyle ipin üzerinde yürüyen cambazın elindeki denge çubuğu onun açısından nasıl bir işlev görürse, Klemperer için de bu günlük aynı işlevi görmüş. “O yıllarda günlüğüm hep benim denge çubuğumdu, o olmasa yüz defa düşmüştüm” sözleriyle açıklar yazar günlüğün bu işlevini (Victor Klemperer, LTI -Nasyonal Sosyalizmin Dili-, çev. Tanıl Bora, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013, s. 20).
Üstünde düşünmeyi, yazmayı gerektiren çok sayıda pasaj var kitapta. Ben, şimdilik, yalnızca bir tanesini ele almak ve Klemperer’in anlattıklarından hareketle, adaletsiz bir düzende yaşayan ve siyasetten mümkün olduğunca uzak durmaya çalışan bir akademisyenin nihayetinde kaçacak bir delik bulup bulamayacağını düşünenlerin kafalarındaki soru işaretlerinin biraz olsun azalmasına yarayacağını düşündüğüm kısmı taşımak istiyorum bu yazıya.
Kendini bir filolog olarak tanımlayan Klemperer, önceleri, “vitrinlerin, afişlerin, kahverengi üniformaların, bayrakların, Hitler selamına kalkan kolların, intizamla kırpılmış Hitler bıyıklarının” konuştuğu dilden kaçmayı, onu görmezden, duymazdan gelmeyi seçmiş. Kaçtığı yer, akademik hayat tecrübesi olanların çok iyi bildiği bir kovukmuş. Kendi deyişiyle “mesleğine gömülmüş”. Bu sırada, düzenin doğal sayılabilecek etkisiyle, önündeki sıralarda oturan öğrencilerin sayısının her gün biraz daha azalmakta olduğunu fark etmiş ama bunu mesele etmemiş. Nazizm bir karabasan gibi Almanya’da yaşayan herkesin üzerine çökerken, o, durmaksızın, 18. yüzyıl Fransız edebiyatı çalışmış. Bir filolog olmasına ve kitabı boyunca anlattığı gibi, Nazilerin gözünün önünde yeni bir dil inşa etmekte olduğunun ayırdına varmasını sağlayacak bilgiyle donanmış bulunmasına karşın, “Nazi metinlerini okuyarak, zaten genel durumun zehir ettiği hayatımı niye daha fazla zehir edecektim ki kendime” diye düşünerek kaçmayı seçmiş. Ama bu yetmemiş çünkü Naziler memur kadrolarını temizlemeye başlayınca, Klemperer de kürsüsünü kaybetmiş, ders veremez olmuş. Bu duruma da bir çözüm bulmuş yazar. Dresden’deki kütüphane son derece zenginmiş. Oraya kapanmış ve Voltaire, Montesquieu ve Diderot üzerinde çalışmaya adamış kendini. Gelin görün ki çekilme bu kadarla da kalmamış. Bir süre sonra Naziler kütüphane kullanma yasağı getirmişler Yahudilere.
İşte o zaman Klemperer, adaletsiz bir sistemde bir akademisyenin kaçacak herhangi bir delik bulamayacağını nihayet idrak etmiş. Klemperer’in günlüklerine tutunarak denge bulmaya karar verdiği dönem işte bu dönemmiş. Naziler yine de boş durmamışlar tabii. Onların inşa etmekte olduğu dili anlamaya, tespit etmeye ve analiz ederek gelecek kuşakların bilgisine taşımaya karar vermiş bir bilim insanının en vazgeçilmez araçları olan kitapları, dergileri ve gazeteleri de onun erişim alanının dışına çıkarmışlar. Bunları satın veya ödünç almayı “göğsünde yıldız taşıyanlara” (Yahudilere) yasaklamışlar.
Kitabın 21-22. sayfalarında anlatılan bu hikâye çok etkiledi beni. Adaletsiz bir düzenin görmezden gelinmesinin hiçbir şeyi çözmeyeceğini, insan ne kadar kabuğuna çekilirse çekilsin, gün gele o düzenin onun kabuğunun içine kadar ulaşıp ona da bir biçimde bulaşacağını daha güzel anlatabilen bir hikâye bilmiyorum doğrusu. “Ben siyasetle uğraşmaz, yalnızca işimle ilgilenir ve onu doğru dürüst yaparsam bu düzenin pisliği nasılsa bana bulaşmaz” diyerek, cenin pozisyonuna çekilip, depremin geçmesini ve bu depremden sağ salim kurtulmayı bekleyenlerin bu hikâyeyi akıllarından çıkarmamalarında büyük yarar var sanırım. Yoksa gün gelip de adaletsizliğin ateşli oku nihayet böğrümüzü delip geçtiğinde, harekete geçmek için çok geç olacak diye korkarım.