Nigar Tevfik Erhalk boşanma aşamasında olduğu eşi tarafından, av tüfeği ile vurularak öldürüldü. Elye’de gerçekleşen cinayetin ardından birçok söz söylendi, farklı bakış açılarıyla yorumlar yapıldı. Özellikle ölüme varan şiddet vakalarının arttığı ve bu gibi olaylara Kıbrıs Türk halkının yabancı olduğu yaklaşımları ön sıralarda yer aldı. “Eskiden böyle miydik, bu toplum nereye gidiyor, bizim kültürümüzde bunlara yer yoktu” vb gibi tespitler, olayın hemen ardından dile getirilenler arasındaydı.
Tüm bunlar toplumsal vicdanımızı rahatlatıyor gibi görünse de, aslında bir gerçeklik ile yüzleşmemizin önüne geçtiğini söylemek mümkün. Çünkü erkek şiddeti, ne bugün yaşanmaya başladı ne de bugün sona erecek. Yine bu gibi safsataların arttığı bir dönemde, geçmişte alınan mahkeme kararlarını incelemiştim. Gördüm ki, kadınların ölüdürülmesi veya tecavüze uğraması gibi olaylar, 1974’ten önce de yaşanıyordu. Tabi ki tüm yaşananların (hele geçmiş dönmelerde) yargıya taşınmadığını biliyoruz. En yakınlarımızla yaptığımız sohbetlerde bile, kadınların toplum içindeki yerinin geçmişte de benzer özellikler taşığını anlayabiliriz. Eğer bu sorunu samimi bir şekidle sonlandırmak istiyorsak, sızlanmak ve sorumluluğu başka toplumsal gruplara yüklemek yerine kökene inmemiz gerekiyor.
Cinsiyetler arası eşitsizlik ve erkekliğin güç ile anılması çok uzun bir geçmişe dayanıyor. En eski adaletsizlik olarak tanımlanabilecek ataerkillik, bünyesinde doğallaştırılmış roller barındırıyor. O kadar ki kadınlara ve erkeklere yüklenen davranış kalıplarını çok fazla sorgulamıyor, içselleştirilmiş bir şekilde uyguluyoruz. Kadınların geçmişe nazaran ekonomik hayata daha yoğun bir şekilde dahil olması ve ev dışında da varlık göstermeye başlaması, eşitsizliğe dayalı ilişkileri pek değiştirmedi. Aksine ev içi – kamusal alan ikilemi üzerinden devam etti. Her iki yerde, farklı farklı kontrol mekanizmaları türemeye başladı. Mesela erkekler ile eşit iş yapan kadınların özellikle özel sektörde eşit ücret alamaması, “cam tavan” uygulaması sebebiyle meslek içi yükselmede cinsiyetler arasında yaşanan adaletsizlikler, özellikle cinsel davranış içeren mobbing uygulamaları, belli işlerin (bu devirde bile) kadınlara uygun olmadığının düşünülüp ayrımcılığa maruz kalmaları gibi hususlar ev dışındaki durumun pek de parlak olmadığını kanıtlıyor. Diğer yandan ev içinde kadınlar üzerinde kurulan denetime bağlı yaşanan şiddetin devam ettiğini söylemek de mümkün.
Mahkemelere yansıyan boşanma davası süreçlerine bakıldığında, durum açıkça ortaya çıkıyor. Bu durumun istisnaları olduğunu söylesek de, geçen gün yaşanan cinayetin ayrıntılarını gözden geçirdikçe birçok vakada benzer durumların ortaya çıktığını görüyoruz. Boşanma aşamasında veya aralarında evlilik bağı olmayan çiftlerin ayrılma süreçlerinde, şiddetin tüm çeşitlerini gözlemliyoruz.
Kadını, birlikte olduğu erkeğe bağlılığı üzerinden tanımlayan zihniyet, ayrılığı veya kendisine karşı gelinmesini kabullenemiyor. Evin komutanı o olduğu için, eline geçen ilk silahla otoritesini sağlıyor. Çizgi dışına çıkma cesaretini gösterenler de bir şekilde cezalandırılıyor. Bunun ölümle sonuçlanmasına gerek yok. Birçok psikolojik baskı sonucu kadınlar asabileşiyor ve ardından “sinir krizinin eşiğindeki kadınlara” dönüşüyorlar. Peki bunun neden kaynaklandığını düşünüyor muyuz? Kadılar doğası gereği dırdırcı, erkekler de şiddete meyilli mi? İnsan denen canlı bu kadar mı basit? Tabi ki öyle değil. Yıllardır “baş belası cadılar” diye tanımlanan feministler ve eşitlik sevdalıları bunun doğal değil toplumsal bir mesele olduğunu söylüyor. Bunu daha iyi anlatabilmek için de bu sorunun adını koyuyorlar. Aslında mesele “aşık olmak, cinnet getirmek, bir anlık sinire kapılmak, sarhoş olmak, uyuşturucu madde tesiri altında kalmak, kıskanmak” değil. Tüm sayılanlar birer illüzyondan ibaret. Ortadan kaldırılması gereken husus, sarsılmaz kale duvarları ile korunan erkeklik.
Nigar’ın ölümü bizlere sanıldığı gibi steril bir alanda yaşamadığımızı gösterdi. Erkek şiddetinin, dünyanın her noktasında, tüm ekonomik sınıfa mensup kişilerin başına gelebilecek bir gerçeklik olduğunu yüzümüze vurdu. Ne zaman ki cezalandırmaya ek olarak önleyici tedbirler ve kadınların varlığının güçlenmesi için icraatlar hayata geçirilecek, işte o zaman eşitliğe bir adım daha yaklaşacağız. Eşitlik ve şiddet arasındaki ters orantı da algılanmış olacak. İşte o zaman belki kadın cinayeti değil de sadece cinayet diyebileceğiz. Çünkü adaletsizliğe dayanan erkeklik düzeni var oldukça, kadınlar kadın oldukları için şiddete maruz bırakılacaklar. Bizler de bıkıp usanmadan problemin temelindeki ataerkilliği deşifre etmeye devam edeceğiz. Aslında hedefimiz aynı: İnsan olarak yaşabilmek…