Neriman Cahit
KENDİNİZ OLABİLİYORSANIZ
Dünyada Fransız İhtilali’nden beri yeni bir kadın tipi oluşmakta:
Bu yeni kadın – aslında – bölünmüş bir varlık. İki kutbu olan bir varlık… Birisi “evcil”, diğeri ise “başkaldıran.” Ve kadın, bu iki kutup arasında gerilimler yaşıyor.
“Kadın Yazar” olmayı, ben sadece kadınların yaşadığı, kadınlara dair sorunların anlatımı olarak görmüyorum.
Kadının kendini, çevresini, dünyayı yaşamı her yönüyle sorgulayıp, değişim bilincini dile getirmesi… Bir de, kadının, sadece kadını değil, erkeği de tanıyıp yansıtması, irdelemesi, birlikte değişimi…
Aslında kadın duyarlığını çok abartmamak, üzerinde çok da durmamak gerek… Ve bu konuda da kadın yazarın pek de bir şey yapmasına gerek yok. Yazarken – eğer – kendiniz olabiliyorsanız… Eseriniz de kadınca bir duyarlığı – doğal olarak – taşıyabiliyor. Ama, dedim ya, özellikle de çok üzerinde durarak, kadın yazara cicili bicili sıfatlar vererek, onları kategorize ederek, oturdukları, yazdıkları yerde… eh işte… duyarlı nazeninler tavrı sergilenmemeli…
“Duyarlılık Sözcüğü”, belki gözlem gücünü, ayrıntı zenginliğini vb. kendiliğinden kapsıyor gibi görünebilir ama… Kadın duyarlılığı dediğimizde bile bunu birazcık kenara itiyor gibidir; Çünkü Ör. kadınlarla ilgili dili çok ustaca kullandığından, düş gücünden, müthiş bir yaratıcılıktan, olağanüstü imgelerden pek söz edilmez… Genellikle de, “kadın duyarlılığı” denir ve bir “sus payı” gibi verilir…
DUYARLILIĞI KÜÇÜMSEMİYORUM…
Tüm bu söylediklerimden duyarlılığı küçümsediğim anlaşılmasın. Hayır, aksine önemsiyorum. Çok önemsiyorum ancak cinsiyetçi bir duyarlılık değil önemsediğim. Benim kastettiğim duyarlılıkta, kadınların tümünün duyarlı, erkeklerin de toptan duyarsız oldukları anlamı çıkmaz. O tür bir duyarlılık değil bu…
Yani, çok özel anlamlar dışında, duyarlılık ve duyarsızlığın cinsiyetsiz ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Cins ayrımı, milliyet, ırk, ideoloji vb. bir yazarın belirleyicisi olamaz. Öyle olsaydı Gustave Flaubert “Emma”yı, Bovary’yi, Tolstoy Anna Karenin’i, Nataşa’yı, Hellen’i… Buna karşın Virginia Woolf da Peter’i, Septimus’u yazamaz… Ve daha pek çok roman kişisi belleklerden silinemeyecek şekilde başarıyla yazılamazdı…
Duyarlılık derken, duygusallık (santimentalizm) değil, “bakış tarzı” kastedildiğini düşünmek istiyorum…
Aslında bir şey daha: Ülkemizde genelde edebiyat, özelde şiir alanında erkekler de henüz zincirlerini kıramamışlardır. Belki aşırı olacak ama ben kadınların bireyselleşme ve özgürleşme sürecinde erkeklerden çok daha yürekli, çok daha içten bir biçimde yazmaya çalıştıklarına inanıyorum… Çünkü, gelenekleri yıkmak hep kadına düşüyor da ondan…
Bir yazar, toplum sınıflarından birinin yanında yer alabilir. Herhangi bir ideolojiyi benimseyebilir de… Ama gerçekte, yazarlığın ne sınıfı ne de cinsi vardır…
Ben, şu bu duyarlılıkta değil, iyi bir şair olmakla bir yere varılabileceğine inanıyorum…
SON SÖZ OLACAK
Ben yaşamın bir bütün olarak görülmesinden yanayım…
İdeolojiler, kadın – erkek olayı, bir yazarın – şairin eserini yaratırken sahip olduğu malzemeden sadece birkaçı… Aslında çok azı… Kadın cinsi, erkek cinsi, yazar cinsi, doğa, güneş, hava, su, yaşam bir bütün olarak yazılabilir. Bir yazar, toplum sınıflarından birinin yanında yer alabilir; herhangi bir ideolojiyi benimseyebilir de… Ama gerçekte yazarlığın ne bir sınıfı ne de bir cinsi vardır. Cins ayrımı, milliyet, ırk, ideoloji vb. bir yazarın belirleyicisi olamaz hiçbir zaman. Edebiyat tarihi, kadın cinsinden yazarların nice erkek kahramanları, erkek cinsinden yazarların da nice kadın kahramanlarıyla doludur…
Bu, bize şunu gösteriyor: Evet, bir kadın, bir de erkek cinsi olması hayatın ve doğanın en büyük gerçeği… Ama, bir yazar cinsinin bulunması da edebiyat doğasının büyük gerçeği…
İyi bir yazar, ne denli erkeklik ya da kadınlık değeriyle yüklü olursa olsun, eserlerinde her iki cinsi de birbirinin karşısında değil, birbirinin yanında, içinde görüp, gösterebilen yazardır. Tıpkı, yaşamın pek çok gerçeğini bütün boyutlarıyla irdeleyip iç içe geçirerek yeni bir gerçek üretmesi gibi…