Serap Kanay
serapkanay@gmail.com
Kadına şiddet denince ilk akla gelen morarmış göz, patlamış dudak, kırık kemikler veya tecavüzdür. Cinsel taciz veya psikolojik baskı bunların ardından düşünülmektedir. Öncelikle kadına yönelik şiddete karşı olmak, bir günde konuşulup gündeme getirilecek bir konu değildir diye düşünüyorum ve bu yazıyı söz konusu görüşümü dile getirmek için kaleme aldım. İngiltere’de olduğum sürede kadına yönelik şiddet konusundan sivil toplum örgütleri ve belediyelerin yaptıkları çalışmaların her kademesinde söz edilmekteydi. Ayrıca, tüm ülkede kasım ayının başlangıcından sonuna dek “ZERO TOLERANCE for VIOLENCE AGAINST WOMEN” yani “KADINA ŞİDDETE 0 TOLERANS” kampanyası adı altında, menekşe kol mantinleri sembolü ile farkındalık yaratacak etkinliklerle kadına yönelik şiddet konusu gündemin en başına getirilmekte ve bir ay boyunca konuya dikkat çekilmektedir.
Kıbrıs’ta son yıllarda kadının kendini ailesine “adamayı” ulvi bir görev olarak gördüğünü ve bu durumu içselleştirdiğini gözlemekteyim. Burada esas irdelemek istediğim konu, böylesi derin bir içselleştirmeye yol açan özde ailenin durumu ve genelde ise toplumun yapısıdır. Aile içinde kadın, annedir, eştir; belki de anne veya babasına, belki de her ikisine de bakan kişidir. Dahası, arkadaşlarımın bir kısmı gibi anneanne veya babaanne de olabilmektedir. Kadının, para kazanmak için ‘ev dışında’ da çalışıyor olması ondan beklenen ve yukarıda sayılan rollere sahip olduğu gerçeğini hiç de azaltmaz.
Kıbrıs’ta farklı mekanlarda ve farklı zamanlarda tanıdığım kadınlardan birkaçının yaşamından kesitler sunmak istiyorum sizlere. Eminim kendinizden çok şeyler bulacaksınız!
Evde 20’li yaşlarda biri kız biri erkek iki genç, baba ve bir de kadının annesi... Kadın, iki-üç ayda bir organize ettiğimiz arkadaş toplantılarına, “anneme bakacak kimse yok”, diye gelemiyor. Son toplantı yaşadıkları yere çok yakın olduğu için annesini de alıp geldi. Akşam anneye bakmanın evde yalnız bırakılmama anlamına gelmesine mi yanmalı yoksa yaşlı anneye ‘bakma’ sorumluluğunun tamamen kadının omuzlarına yüklenmiş olmasına mı? Aynı ailede ev içindeki tüm işler ve aile fertlerine ayrı ayrı yemek hazırlamak da anne/kadın/eş’e bırakılmış. Ne yazık ki...
“Torunum gelecek size katılamam”. Diğeri, “Benim çocuklar dışarı çıkacak da toruncuğu bana bırakacaklar gelemem”, büyükbaba evdedir bu senaryoda. Diğer bir örnekte, gençlerin yaşı 26 ve 35, büyük oğlan ikinci evliliğini yapmış, küçüğü iş yeri açmıştır. Anne büyük oğlana destek tiyatro provalarına gider, küçüğe destek restorandaki, mezeler ve yemek hazırlıklarını yapar. İstanbul’dan gelen, 40 yıldır görmeyip de görmeyi çok istediği bir arkadaşımız geliyor, görüşme fırsatı için buluşma ayarlıyorum ancak üç aramanın sonunda “gelemeycem, sordum, bana ihtiyaçları var” diyerek görüşmeye gelemiyor. O, bütün gün oğluna yardım ettiği bir günün akşamında, 3-4 saatlik bir zamanı kendine ayıramıyor; bunu kendisi için isteyecek hakkı olduğuna inanmadığından…
Girne’de yaşayan bir diğer arkadaşım ise Girne’deki toplantımıza gelemeyeceğini söyledi, “hafta sonu çocuklar gelir da yemek yapmam gerekir” diyerek… Bu hikaye de size çok tanıdık gelmiştir eminim. Çocuklar her hafta sonu ziyarete gelirler ve anne uzun yıllardır görmediği (40 senede ikinci toplanma!) arkadaşları ile görüşmeye gidemez. Kadın, evli çocuklarına bu durumu anlatamaz, “bu hafta işim var, farklı bir saatte ya da ertesi gün gelin” diyemez. Alışıldık görevlerinin yükümlüsü hisseder kendini…
Örnekler çoğaltabilirim; ancak Kıbrıs’ın kuzeyinde kadının böylesi ‘kutsal görevleri’ içselleştirmesinde sebep, topluma yerleşmiş aile algısı ve ailevi değerlerdir. Kadın kendini düşünmekten ve yaşam gereksinimlerini karşılamaktan çok uzaktır bu coğrafyada. Hal böyle iken, ailevi değerler toplumdaki tüm taraflarca sorgusuz kabul edilmekte ve bu durum ise kadının üzerindeki baskıyı her daim taze tutarak durumu normalleştirmektedir. Özetle belirtmek gerekirse, bu sorunlu algı, dikkate alınıp tartışılması gereken son derece önemli bir epistemik şiddettir. Bugün günümüzde gözle görülebilen şiddete karşı çıkarken bir de gözle görülmeyeni değerlendirmenin çok önemli olduğu ortadadır...