Fezel Nizam
fezelnizam@hotmail.com
“Feminist olmak kadınları sevmektir: Kadınları keşfetmek, ortaya çıkarmak, anlamak, tanımak. Azınlık psikolojisinden sıyrılıp ezilen bir cinse ait olmanın gerektirdiği isyan ve dayanışmayı yüklenmektir.” Stella Ovadia
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği bizlerin hayatlarını gasp eden, kadınlara hareket/özgürleşme alanı sunmayan, kafese kapatılmış kuşlar misali bizleri “yaşarmış gibi” yapmaya zorlayan bir tuzaktır aslında. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlan(a)maması ise, eril tahakkümün kurmuş olduğu düzeni devam ettirme çabaları ile birlikte kadını “görünmez” özne olarak sınıflaştırmasından kaynaklanır. Kadınların güçlen(e)memesinin başlıca nedenleri arasında, kadının özel alana hapsedilmesi, geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, toplumsal inançlar/değer yargıları ve normlar, cinsiyetçi ayrımcılık, kadınların siyasi temsilinin düşük olması, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alanında sunulan fırsat eşitliği eksiklikleri gelmektedir. Etrafımızı sarıp sarmalayan kalıplar, uyulması gereken toplumsal roller dizisi de eril tahakkümün ekmeğine adeta bal, kaymak sürmektedir.
Daha hakkaniyetli ve yaşanılası bir dünya, gerçek anlamda bir ekonomik ve toplumsal kalkınma/gelişme için kadının önündeki engellerin kaldırılması gerekliliği artık fark edilmelidir. Peki, bugüne kadar gasp edilen haklarımızı bize başka bir “erk”in vermesini beklemek doğru mudur? İşte tam da bu noktada feminizm devreye girerek bu sorunların çözümüne ışık tutar, bizlere “haklarımızın takipçisi olmalıyız” mesajını aşılar.
Ataerkil dinamikler; dil, din, sosyal statü fark etmeksizin kadına hem ev içinde, hem de toplumda olumsuz etki etmektedir. Kadınlara etki eden eril tahakküm, normlar ve değerler tarafından da tanınmakta ve sürdürülmektedir. Kadınların özellikle eğitim, siyaset, sağlık ve istihdam alanlarında fırsat eşitliği yakalayamaması, emeğinin sömürülmesi ve gün geçtikçe katlanarak artan kadına yönelik şiddet olayları, kadının toplumdaki statüsünü hak ettiği noktaya ulaştırmak için büyük bir mücadeleyi de beraberinde doğurmuştur. Feminizm bu uğurda, temel hedeflerinden biri olan toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve kadının güçlendirilmesi için çaba harcar.
Kadının güçlendirilmesi, kadınların farkındalığını artırmak ve genel anlamda toplum içerisine dâhil edilmeleri için 1960’lardan itibaren kullanılagelen bir yöntemdir . Başka bir deyişle güçlenme; bireylerin bilinçlenme, farkındalık kazanma ve yeteneklerini kullanarak sosyal, politik, ekonomik ve psikolojik kontrol kazanması anlamına gelmektedir. Güçlenme beraberinde bilgi, beceri ve yeteneklerin gelişimi, karar verme yetkisine sahip olma, kendine saygı ve güveni de getirir . Kadının güçlenmesi, “erk”in elinde tuttuğu ve iktidarın devamı için kullandığı gücün aksine, fırsat eşitliği için tüm araçları kullanmaktan geçer. Bu süreç gücün kullanımını içerir. Fakat burada yanılgıya düşmemek gerekir. Güç derken, başkaları üzerine kullanılan ve denetimi/domine etmeyi içeren geleneksel kavramın aksine, bireylerin günlük hayatlarında yaşayıp normalleştirdikleri olumsuzlukları fark edebilmelerini sağlayan, yeniden varoluşunu, dönüşümüne katkıda bulunan ve sosyal değişimin bir parçası olmaları için yürütülen farkındalık süreci olarak nitelemek daha doğru olacaktır.
Kendi deneyimlerime de dayanarak güçlenmenin adım adım ilerlediğini söylemek mümkündür. Öncelikli olarak kişisel güçlenme gerçekleşir. Bu süreçte bireyin bilgi-becerilerinin gelişmesi, farkındalık kazanması, buna bağlı olarak kendine güveninin gelişmesi ve içselleştirilen sorunlarla yüzleşme aşamaları yaşanır. Kadınların güçlenmesindeki en sancılı sürecin kişisel güçlenme olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni ise o güne kadar doğru kabul edilen, normalleştirilen fakat kadının hayatında sorun oluşturan bazı gerçeklerle yüzleşme anıdır ki, en sancılı anlar bunlardır. Ben bu durumu doğum sancısına benzetiyorum. Çekilen sancılar, dayanılmaz gerginlikler ve sabırsızlığın ardından dünyaya gelen yeni bir bireyi görmenin mutluluğu gibidir yüzleşme sancıları. Çünkü yüzleşmenin peşi sıra bireyin özgürleşme anları başlar. Grup halinde yapılan farkındalık çalışmalarında ise yüzleşme, ortak deneyimleri paylaşmayı sağlar ve kadınların birbirinden destek alarak dayanışma duygularını geliştirir. Böyle anlarda özgürleşme grup halinde yaşanır. Özgürleşme çabası içinde olan kadınlar, toplumsal özgürleşmenin öncüleri değil midir zaten? Kişisel güçlendirme süreçleri ayni zamanda özel alan ve kamusal alan arasında yaratılan duvarların yıkılmasına, bireylerin kişisel ve toplumsal alanı bir bütün olarak görmelerini sağlar. Bu durum “Kişisel olan politiktir” söylemi ile paralellik gösterir.
Toplumsal farkındalığı olmayan kadınların cinsiyetçiliğin korunması ve devamında oynadıkları rolü göz önünde bulundurduğumuzda, erkekler ataerkil ayrıcalıklardan vazgeçseler bile ataerkil, cinsiyetçi, erkek egemen sistemin el değmeden kalacağı ve kadınların sömürülmeye devam edeceği açık hale gelir . Burada feminist ideolojinin temel taşlarından olan farkındalık kazandırmaya yönelik çalışmaları hayati rol oynar. Güçlendirme çalışmalarının yaygınlaşması eril zihniyetin tekrarını bozan, tekerine çomak sokan bir araç halini alır.
Kişisel özgürleşmeyi takiben ikinci aşamada, yakın ilişkilerde güçlenme gerçekleşir, çatışma-kavga kültürü yerine tartışabilme özelliği gelir. Kişisel güçlenme esnasında kazanılan bilgi ve özgüven, ilişkilerin de doğru orantılı olarak dönüşmesine neden olur. Tanıdığım bir kadının, farkındalık çalışmalarımızın ardından söyledikleri hâlâ aklımdadır; bugüne kadar inandığı fakat bir türlü adını koyamadığı, aktarmakta tıkanıklık yaşadığı içgüdüsel başkaldırışları artık isimlendirip, gerçekleri başkalarına anlatırken bilgi birikimi sayesinde sorun yaşamadığını ve elleri daha güçlü bir mücadele alanı yarattığını ifade ediyor.
Neoliberal politikaların genişlemesi ve kapitalist sistemin bedeli yine kadınlar tarafından ödeniyor. Küresel sermaye yeni erkeklik modellerinin inşasına olanak sağlıyor. Ev içindeki erkeklik hallerine, işçi erkeklik hallerine ek olarak ekonomik olarak kalkınmış, seyahat özgürlüğü olan, sürekli seyahatte olduğu için ev ile ilgilenmeyen iş “adamları” vuku buluyor. Bu da ev içi emeği yine kadınların omuzlarına yükleyen bir durum oluşturuyor. Kadınlar, iş piyasasında ücretli işçiye ve ev içerisinde ise ücretsiz işçiye dönüşüyor. Oysaki farkındalığı artan ve güçlenen kadınlar, emek sömürüsü ve eril tahakküm ile mücadele koşullarında ezilen sınıf olup sadece bedel ödeyen karakterler olmaktan çıkarak hesap soran tarihsel aktörlere dönüşüveriyorlar.
Yazımın genelinde eril tahakküme bu denli yer vermişken, tahakkümü sürdürme mekanizmalarının başında gelen erkek şiddetinden bahsetmemek mümkün olmazdı. Şiddetin temelinde iktidarın devamlılığını sağlama ve “erk”in kadın üzerinde söz sahibi olduğunu kanıtlama çabaları yer alır, erkek adeta kadın üzerindeki gücünü kanıtlamak ister. Fakat bir kadının erkek şiddetine uğraması, o kadının güçsüz olduğunu göstermiyor. Tam da aksine kadının şiddetsiz bir dünyada yaşama hakkını sağlamakla yükümlü olanların (devlet politikalarının) bunu yeterince yerine getiremediği gerçeğini işaret ediyor. Konu özellikle aile içi şiddete geldiğinde kadınları “güçsüz” gören veya gösteren gelenekleşmiş bir yapının olduğu fark ediliyor. Kadınların güçsüz gösterilmesi genelde devletin, özelde ise erkeklerin bu konudaki sorumluluklarının üzerini örtüyor. İşte tam da bu noktada feminizm, kadınların var olan gücünü açığa çıkarma, bunun farkına varılmasını sağlamak için devreye giriyor. Onca iş yüküne göğüs geren, hem kamusal hem de özel alanda karşılaştığı şiddete rağmen ayakta durmayı başarabilen, duygusal olarak da yıpranan, iyi bir bakıcı, organizatör, aşçı olan kadınların güçsüz oldukları fikri nasıl olur da kabul edilebilir ki? Mesele var olan gücümüzü açığa çıkarmakta aslında.
Son olarak da kolektif güçlenme kadınların benzer dertlerden muzdarip olduklarını fark ederek birliktelik oluşturmaları, örgütlenmelerini getirir. Bu durumda bireysel özgürleşme süreci ile kolektif güçlenmenin iç içe olduğunu söylemek mümkündür. Sorunların farkına varan, benzer gaileleri paylaşan kadınların, bir araya gelerek toplumsal taleplerde bulunması kaçınılmazdır. Feminist yapıların kadınlarla kurduğu ilişki, zincirin birbirine eklenen, birbirinden destek alan halkaları biçimindedir. İşte bu durum bireysel güçlenme ile gelen kolektif yapıların da temel taşlarını oluşturur. Böylelikle her sınıftan, toplumsal ve ırksal kesimden kadının kendine özgü sorunları, başka kadınların yaşadığı sorunlara eşit ağırlıkta ve öncelikte göreceği bir mücadele ve dayanışma hâlini doğurur. Bir nevi kız kardeşlik ilişkisini çağrıştırır söz ettiğimiz bu birliktelik. Bu da feminizmin ta kendisidir aslında, farklılıklarımıza rağmen tüm kadınların bir araya gelerek ortaya koyduğu varoluş mücadelesi. Nazım Hikmet’in de söylediği gibi; “Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”.
---------------------------------------------------------
i.Nira Yuval-Davis, 1994. Women, Ethnicity and Empowerment. Feminism&Psycology, Vol.4(1):179-197.
ii. Maide Gök, 2014. Kadının Kalkınması Ve Güçlenmesi Bağlamında Sivil Toplum Kuruluşları. Orta Asya'dan Orta Avrupa'ya ve Orta Afrika'ya Sivil Toplum Zirvesi, 11-13 Mayıs 2014.
iii. Alev Özkazanç, 2013. Herkes için feminizm-Herkesle feminizm. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi 8 Mart Etkinlikleri, 12 Mart 2013.
iv.Serpil Sancar, 2009. Erkeklik: İmkansız İktidar- Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler. Metis Yayınları