Derler ki İsa, az sonra el ve ayak bileklerinden çivilenerek ölüme terk edileceği Golgotha tepesine doğru güçlükle sürüklüyordu çarmıhını.
Romalı askerler ve atalarının dinine küfreden bu günahkârın bir an önce katlini isteyen sofu Yahudiler bu zorlu yolu daha da zorlaştıracak bin türlü eziyetle eşlik ediyorlardı İsa’ya…
Nasıralı kendini adadığı inancının “biricik gönüllü kurbanı” olmak üzere ilerlemeye çalışırken O’nu korku ve acı dolu bakışlarla izleyen müritleri hiçbir şey yapamamanın, direnememenin, sessizce bu büyük kurban töreninin seyircisi olmanın çaresizliği içindeydiler…
İsa’yı başına dikenden bir taç, boynunda “Yahudilerin Kralı” yaftasıyla birlikte sırtında taşıdığı çarmıha gerdiler.
Derler ki İsa gözünü son kez göğe çevirip “Baba! Beni neden terk ettin?” dedikten sonra ruhunu teslim etti.
Ve derler ki İsa’yı alıp bir mağaraya defnedip kapısına iki nöbetçi diktiler.
Ve derler ki sabaha karşı İsa ağır bir kaya ile örtülen, kapısında iki nöbetçi bekleyen mağaradan dirilerek sır olup gitti…
Davası, inancı gereği tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak kendini kurban eden İsa’nın yeniden dirilmesi; “kendini feda etme” davranışının gerçekte, arzu edilen bir ölümsüzlüğe kavuşmanın kapısını araladığı mesajı, bu “kurban” anlatısının tuhaf biçimde sahiciliğinin kendi kendine tekzibini de içeriyor aslında…
Semavi dinlerden politik örgütlere kadar pek makbul görülen ve yüceltilen “şehit” “şehitlik” kavramları benzer bir içerik kazanıyor: “Şehitler ölmez/ ölümsüzdür”… “Şehadet davaya adanmışlığın en yüce katıdır”…
Eğer yeniden, üstelik mevcut koşullardan çok daha “şahane” şartlarda diriliyor ve artık tüm dünyevi acılardan, yoksunluklardan arınmış, sonsuz bir hayata ve sınırsız bir ikrama kavuşacağınızdan emin biçimde kendinizi feda ediyorsanız, bu gerçekten bir “feda” hali midir acaba? Ya da güçlü bir dava, güçlü bir inançla beslenen feda eyleminin ucundaki ödül, kendini feda eden açısından bu denli baştan çıkarıcı olmasa, feda eylemi gerçekleşir mi? Emin değilim…
Bundan daha fazla kafamı karıştıran konu ise sırtında haçıyla Golgotha tepesine tırmanan İsa’ya “henüz kurban edilmemişken” müritlerinin ve sonradan ona biat edecek olan topluluğun neden sahip çıkmadığı, bu cinayeti neden durdurmadığı… Vicdanın, olay olurken devreye girmek yerine feda eylemi gerçekleştikten sonra harekete geçmesi… Daha da ileri gideyim… Bu coğrafyada ölü kahramanların yaşayan kahramanlardan daha çok sevilmesi… Neden?
Yapmadıklarımızın, sessiz kaldıklarımızın kefaretini üstlenenlere sevgimiz ve saygımız bunca yüksekken neden her birimiz sevdiğimiz saydığımız kahramanlara dönüşemiyoruz? Neden kendi hikayelerimizde bunca küçük harfli öyküleri çoğaltırken, büyük ve altın harflerle yazılmış hikâyeleri kuşaktan kuşağa aktarıyoruz? Neden kendi acılarımızın, uğradığımız haksızlıkların kefaretini üstlenenleri bunca seviyor, sayıyoruz da başkalarının kefareti bir yana, kendimize ait bedelleri ödemek konusunda bunca ayak sürüyoruz?
Neden diktatörler, tiranlar aramızdan en cevval, en dik başlı, en güzel gülüşlü çocukları birer birer çekip alırken onları teslim ediyor, bedel ödeyişlerini sessizce izliyor ve ardından “bizim adımıza” ödedikleri bedeller için güzellemeler, türküler, şiirler söylüyor, ağıtlar yakıyoruz?
Neden “tek başıma ben ne yapabilirim ki?” leri, “ben neyi değiştirebilirim ki” leri bol bulamaç sıralarken, öne çıkmak, itiraz etmek, değiştirmek için başkalarını beklemeyen, öne atılanlara reva görülenleri “aman sıra bana gelmesin de” ürkekliğiyle gözlerimizi kaçırarak, kör, sağır bir sessizlikle izliyoruz?
Bedel ödemekten kaçtıkça, toplamda ödenecek bedelin ağırlaştığını ve hiçbirimiz ödemeye yanaşmadığımız için başkalarının daha da ağır bedeller ödediğini gördüğümüz, bildiğimiz halde bizi bunca dilsizleştiren, bunca körleştiren, bunca ürkekleştiren ne?
6 yıl önce Gezi Parkı itirazına resmi rakamlara göre ülke çapında 5 milyon insan katılmışken, herkes, hepimiz gözümüzün önünde tek bir günde oluşturduğumuz Neverland’a inanmaz gözlerle bakıp kendimizi itirazın, aşkın, dayanışmanın, kardeşliğin, eşitliğin, paylaşmanın o müthiş sarhoşluğuna bırakmışken, açılan davada sadece 255 insanın yargılanmasını içimize sindiren şey ne? Gezi Parkı itirazının sorumluluğunun yıkıldığı Osman Kavala’nın 578 gündür cezaevinde 5 milyon insanın kefaretini ödemesine 5 milyon insanı seyirci kılan hissiyat ne? Gezi itirazını başlattığı iddiasıyla hedef gösterilen Mehmet Ali Alabora’nın 6 yıldır yurdundan uzak bir sürgün hayatı yaşamasını, o itiraza katılan 5 milyonun kendi iç dünyasında ürettiği yanıtlar ne?
On yıllar süren kirli bir iç savaşın ve yeniden bir arada mücadele edebilme umutlarının tükendiği bir anda “hayır, ne yapacaksak birlikte yapacağız… Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çerkes, kadın, erkek, genç, yaşlı, eşcinsel, düzcinsel… birlikte yeni bir hayat kurabiliriz” diyerek yüreğimize serin sular serpen Selahattin Demirtaş’ın cezaevine konulmasının, girdiği seçimlerde kendisine söz hakkı bile tanınmamasının o hep barış ve kardeşlik istediğini ileri süren toplum katındaki karşılığı ne?
Hepimizin “dost ortamlarında” iri iri laflarla “bu kan durmalı, bu kirli savaş bitmeli, çocuklar ölmemeli” dediğimiz bir ülkede bunu imzalı belgeli bir barış bildirisine dönüştüren “Barış Akademisyenlerinin” derdest edilmesine, işlerinden aşlarından olmalarına bu denli seyirci kalmamızı sağlayan ne?
On yıllardır her cumartesi günü “kaybedilen” evlatlarının bir kemik parçası için Galatasaray meydanında sessizce toplaşıp adalet isteyen anneleri bu denli yalnızlaştırırken bizler, her birimiz korkuyla sıkıca sarıldığımız evlatlarımızın gün ola kaybedilmeyeceğinden, bir kemik parçası için, sadece dua edebilecek bir mezar taşı için yollara düşmeyeceğimizden nasıl bu denli emin olabiliyoruz?
Ya Serhat Tuğan? Ya onun on yıllardır işlemediği bir suçtan çocuk girdiği hapishanede büyüyüşünü, yaşlanmasını izleye izleye ömrünü tüketen anacığı Semiha Tuğan? Adil olmadığını bildiğimiz, adil ve demokratik hukuka uygun olmadığı için lağvedilmiş DGM tarafından çocuk yaşta içeri atılan Serhat, yeniden ve adil bir yargılama için ömrünü cezaevinde tüketirken gözlerimizin içine baka baka “Yargı reformundan” söz edenlere karşı sadece yutkunup gözlerimizi kaçırmaya iten şey ne bizi? Ya İlhan Çomak? Benzer bir hikayeyle Cumhuriyet tarihinin en uzun tutuklusu rekorunu kimselere kaptırmayan İlhan Çomak için adalet istememeye, bırakın bir şey yapmayı, bunun için tek laf etmemeye iten şey ne bizi?
Yıllar sonra bir toplum kesiminin ağıtlar yaktığı, rezil kepaze bir darbe mahkemesinin kararıyla Menderes’in asılmasına şu an ağıtlar yakan o kesimin sessiz kalmasına, izin vermesine yol açan şey ne?
Ya şimdi birer postere dönüştürülen Deniz’ler dimdik idam sehpasına giderken isyan etmeyen toplumu bunca sessizleştiren ne?
Girdiği İstanbul seçimlerinde, yasalara göre 1 oy bile fazla aldığı takdirde mazbatasının verilmesi ve görevinin başına geçmesi gerekirken 13 binden fazla oy farkına rağmen başkanlığı tescil edilmeyen ve kazandığı seçim yeniletilen Ekrem İmamoğlu’nun omuzlarına yüklenen bu ağır kurtarıcılık görevi, 31 Mart rezilliğine güçlü bir itiraz göstermeyen toplumda neyle açıklanabiliyor? İstisnasız herkesin “haksızlık yapıldı” bilgisine içsel olarak sahip olduğu bir ülkede birileri hala nasıl olup da “seçimler yenileniyor, çünkü çaldılar” diyebiliyor ve kendilerinin dahi inanmadığı bir yalanın peşine yeniden ve yeniden on binler düşebiliyor?
Bizler, her birimiz…. Kendi anlatılarımızda “dünyanın yükünü omuzlamış” solcusu, sağcısı, dindarı dinsizi, kadını, erkeği, genci yaşlısı her birimiz hepimizin kefaretini sessizce ödeyenleri neden ve nasıl bu denli boş gözlerle izleyebiliyor, neden ve nasıl hayata devam edebiliyoruz?
Kahramanları seviyoruz biz… Ölü kahramanları daha çok seviyoruz… Ama hep “başkaları kahramanlık etsin” istiyor, kefareti başkalarının önüne bırakıp kaçıyoruz… Güvenli sularda kulaç atıp, hava bulutlandığında güvenli sandığımız evlerimize sığınıyoruz…
Hoşlanmadığımız bir durumla karşılaştığımızda, parçası olduğumuzu bildiğimiz halde yüzümüzü ekşitip “bu toplum adam olmaz kardeşim” tiradına başlıyor, “sen ne yapıyorsun?” diye sorulduğunda “ben tek başıma ne yapabilirim ki” bahanesine sarılıyoruz. Mangalda kül bırakmama edepsizliğimizle, Nâzım’ın şiirindeki akrepliğimiz yarışıyor birbiriyle…
Ve birileri bizim adımıza bedel ödemeye devam ediyor…
Sırtında el ve ayak bileklerinden çivileneceği çarmıhı taşıyanı korkuyla izleyen, kurban töreni bittikten sonra o çarmıhı boynuna, evinin duvarlarına haç olarak asanlar gibiyiz…
Hepsi bu…
İyi bayramlar…