Tufan Erhürman
Kafka’nın öykülerinde ve romanlarında kurguladığı (belki de anlattığı demek daha doğru olur) dünyanın genel atmosferine edebiyat âleminde verilen addır “Kafkaesk”. Önceleri bu dünyanın ve atmosferin yazar tarafından kurgulandığını iddia etmeye daha yatkındım doğrusu. Ama son zamanlarda, Kafka’nın, var olanı kurguladığı öyküler aracılığıyla anlatmaya soyunduğunu düşünmeye daha bir eğilimliyim.
Ömer Türkeş’in “Kayıp (Amerika)” adlı romanla ilgili söyledikleri “Kafkaesk”i anlamak isteyenler açısından aydınlatıcıdır: “Yaşanan olaylar kendi içlerinde öylesine mantıklıdır ki; bu mantık içinde tüm dünyayı hem komik hem anlamsız hem de acımasız kılarlar. Hikâyeyi üçüncü tekil şahsın ağzından anlatan Kafka, olayları, durumları, kişileri ve diyalogları sanki kendi sözü yokmuşçasına aradan çekilerek dillendirir. Öyle ki Karl Rossmann’ın karşılaştığı olaylar aslında onun algı ve yorumlarını sürekli dışlayacak, genç adamın saçma sapan, önemsiz durumlar karşısında takındığı ciddi tavır bir durum komedisine dönüşecektir”. (http://babilkule.blogspot.com/2011/06/kafkay-nasl-okumal-aomer-turkes.html, erişim tarihi: 6.8.2013)
Aslında Türkeş’in söyledikleri yalnızca Kayıp (Amerika) için değil, Kafka’nın tüm öykü ve romanları için geçerlidir. Kafka, kendi içinde bir mantığı ve manası varmış gibi görünen, hatta itiraf etmek gerekirse “olan” bir yaşamı (dünyayı, atmosferi), kendi sözünü elverdiğince sakınarak, bütün saçmalığıyla gözler önüne serer. Okuyucu, bir yandan saçmalığın farkına varır ama öte yandan da bu saçmalığın yaşayana ne kadar mantıklı ve manalı geldiğini, onun yaşamını ve düşünce dünyasını tam da bu nedenle nasıl işgal ettiğini dehşetle fark eder. “Kahraman/lar” yaşamak zorunda bırakıldıkları hayatın saçmalığının ayırdında değildirler. Kendilerini o saçmalığa bütünüyle kaptırarak, onun gerektirdiklerini ciddiyetle yerine getirerek yaşayıp giderler.
1883’te doğup 1924’te ölen Kafka, modern dünyanın insanı ne hâllere düşürdüğünü/düşüreceğini çok erken sayılabilecek bir zamanda anlamıştır. Ölümünden sonraki dönemi, özellikle de 2000’li yılları yaşamak zorunda kalsaydı, bu zorunluluğa ne kadar tahammül edebilirdi, emin değilim! Ama kırk yıllık bir yaşama sığdırdığı öykü ve romanlar, kendisinden onlarca yıl sonra dünyaya gelip de bu saçmalıktan bunalanlara ışık tutmak açısından fazlasıyla yeterli.
Büyük bir ciddiyetle yaşamaya çalıştığımız hayatlarımız her gün biraz daha saçmalaşmaya devam ediyor. Daha kötüsü, yaşadığımız saçmalığın bize her gün daha da mantıklı, daha da manalı görünüyor olması. Modern dünyanın atmosferini ve düşünce biçimini içselleştirdikçe, günlük yaşamın hayhuyu içinde, saçmalık olağanlaştıkça olağanlaşıyor, kendini tek mümkün olarak dayatıyor.
Ve Kafka tam da burada duruyor. Yazar, bir romancı, bir öykücü; siyaset bilimci ya da felsefeci değil; siyasetçi hiç değil. Modern yaşamın tüm kurum ve kurallarıyla bizi mahkum ettiği saçmalığı sergiliyor; onu anlamamızı, sorgulamamızı sağlıyor ama bu saçmalıktan çıkışın yolunu göstermiyor.
Belki onun durduğu yerde yürüyüşe Camus ile devam etmeye çalışmak en doğrusu. Kafka, dekoru gösterir, onun saçmalığını ortaya serer, onunla ince ince dalga geçer ve nihayetinde aslında onu yıkar. Sonra Camus devreye girer ve şunları söyler: “Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün ‘neden’ yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. ‘Başlar’, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır... Basit kaygı her şeyin başlangıcındadır”. (Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev. Tahsin Yücel, İstanbul, Can Yayınları, 2002, s. 24).
Kafka’yı okuyup da yaşadığımız hayatların saçmalığını fark eden insanın bu saçmalığın parçası olmaktan dolayı kaygılanmaması, bir bunaltı hissetmemesi olanaksızdır. Bu kaygı, bunaltı her şeyin başlangıcıdır ama sonu değildir. Bunaltıyı hisseden insan karar verme sorumluluğu altındadır. Ya olanı olduğu gibi kabul edecek, “her şey saçma ve bunu değiştirmek imkânsız” diyerek saçmalığa teslim olacak ya da harekete geçecek ve hayatı anlamlı kılmak için eylemeye başlayacaktır.
Kafka’nın romanları ve öyküleri, Kıbrıslı Türklerin kafkaesk hayatlarının fark edilmesine, sorgulanmasına ve değiştirilmesine kafayı takanlar için ciddi bir imkândır.