Bazen istemekle olmuyor, çoğu şey…
Kelimeler yetmiyor anlatmaya, içindekileri…
Kafanızdan atamadığınızda düşüncelerin iğneli yaprak hallerini, yığınlar çöküyor özlemlerin üzerine ve kilitsiz kapılardan geçmek kolay gibi olsa da dolambaçlara yakalanmışsanız, biraz zorluyor zamana direnmenizi…
Bazen hiç beklemediğiniz bir anda, bir şarkı duyar ve sonrasında defalarca dinlersiniz. İçinizdeki sızının yaralarına, gönüllü dokunur sözleri, deler geçer yürekteki özlemleri, akılda kalmış tatları ve bir fincan kahvenin kokusunu…
Çoğu zaman yüzünüze içinizden bakıp erirsiniz, akıp geçersiniz düşlerinize ve yeni hayallerde kaybolup bir kuş yüreği çırpınışında özlemek istersiniz.
Aslında dün yoktu.
Ve fakat bugün var olanın boşluğu da dünün yokluğuyla avunmuyor, çoğunlukla…
Enikonu küçücük bir kadınsınız, hayatın kocamanlığına tutunmaya çalışan…
Varla yok arasına sıkışıp kalan insanlar yumağının düğümlerinden biri olduğunuzu anladığınız da ise, yürürken, koşarken, durakta otobüsü beklerken, yemek yerken, kitap okurken, alışveriş kasalarının önündeki kuyruklarda dalgın dalgın beklerken, ne yiyip-içip neyi yemeyeceğinize dair “postmodern” kafeste debelenirken ve de kısaca işin özüne gelirsek, rutin işlerin, sayfa aralarında tutturulmuş bir ataç gibi zamanı dondurmak ve kaldığınız yeri unutmamak için çabalarsınız…
Kaldığınız yeri, zaman kıyıya vuran dalgalar gibi defalarca dövüp durduğunda, siz de yıpranırsınız, akılda kalan “an mutlulukları” da…
Küçük bir hikâye akla düşer, tüm bu düşünce balonlarının içinden:
Bir zamanlar köyün birinde, tam da manastırın karşı köşesinde, asırlık taşlara bakıp duran, bu haliyle de sizi kıskandıran, Tembellik Ağacı’nı düşünürsünüz. Ağacın incir, cümbez, zeytin, harnup, badem, dut ya da akasya, karabiber veya daha nicesi olup olmadığı fark etmez; önemli olan dünde vardır ve bugün de var olmasıdır. Ağacın gölgesinde içilen kahve gibi, adı “barış” olan köyün içinde yaşamış, yaşayan ve yaşayacak insanların “acı tarihi” perde gibi iner tozlu sokaklarına… Ada’ya uğrayan her acıdan nasibini almıştır, manastırın taşları… Yazgıların buluştuğu ve kesiştiği köylerde Kybele’nin Çam Ağaçları tanıklık eder biriken tarihin satır aralarına… Yaşanmışlıklarına… Ve sır gibi saklanan gizli aşklarına… Barış köyünün ormanlarında yaşardı Daphne… Başıboş, gönlü özgür, inatçı, hırçın ve de gururlu… Sevgiliydi onu kovalayan ve yaprakları taç oldu kahramanlara… Gelin görün ki özlemlere çare bulamadı yapraklar, kahveler ve yalnız manastırın yosun tutmuş taşları…
En iyisi, hikâyenin gerisini anlatmamaktır. Dağların dumanı aralanmaz nasılsa, yerine betonlar dikilse de ağaçların, geriye kalan adlarıdır ve betondan sokaklarına tabela olarak yeni kuşaklara kalsa da, değişmeyen güzellik, karanlık, şiddet, acı ve de kahve hep saklanır deniz köpüklerinde şarkılar söyleyen Nereus kızları tarafından…
***
J. S. Bach’ın ünlü, dindışı, mizahi Kahve Kantatı’nı bilir misiniz? Bilenler oradaki genç kızın babasına seslenişini de hatırlayacaklardır:
“Hiçbir sevgili kalbimi kazanamaz.
Ta ki evlilik sözleşmesinde, İstediğim zaman kahve içebileceğim yazana kadar.”
Görüldüğü üzere burada genç kızın amacı “evde kalmak” değil, köpüklü kahveden vazgeçememektir.
Kahve, binlerce öpücükten daha tatlıdır!
Kahve içmek özgürlüktür, Tembellik Ağacı’nın gölgesinde, hem de istediğiniz kadar.
Böylesine acı tarihi olan bir Ada’nın öylesine çok kahve içen insanları varken, hep sordum kendime, niye kahve yetişmez ki?!
Onca gelip geçenin tarihin sayfalarına kazındığı bir Ada’ya kimse birkaç tane de olsa kahve tohumu çekirdeği bırakmayı düşünmedi mi?
Çekirdek olmasa da birçok dostluklarla yudumlanan kahvelerde kırk yıllık hatırların kaldığı söylenebilir.
Bilirim, yaşadım; yeni özlemlere yelken açmak için yudumlanır son kahveler!
***
Çakıl taşları toplamak gibidir özlemler, doldukça avucunuza taşıp taşıp çoğu düşer kumların üzerine…
Sararır şehirler ve uzakta kalır, sonra da gecelerin içinden güneşlerin tepenize doğmasını istersiniz.
Kimse gelmiyor bekleseniz de, isteseniz de umut etseniz de…
Aynı saatlerde, belki de aynı an içinde, aynı pencereden değil de ayrı pencerelerden dışarıya baktığınızı düşünürsünüz.
Penceresi olmayan odalardan seslenirsiniz yine aynı saatler içinde…
Havanın durumunu düşler, “acaba kapalı mıydı?” diye de geçirirsiniz içinizden. Olmuyor işte, ne bekleseniz, ne de düşleseniz “ayrı” pencerede…
Çocukluktan kalan bir hikâyenin ardından gitmek için mutlu olmayı denemelisiniz. Çünkü hala gökyüzü var.
Dilsizdir, zaman.
Ne konuşur, ne güler, ne de kızar size; sadece yaşar ve geçer gider üzerinizden… Korkular da umutlar da hep vardır, zamanın ayak izlerinde…
Ayrı pencereyi bırakıp, kendi pencerenizdeki zamana giderek kayarsınız. Gözleriniz önünüzde akan sayfadaki cümlelerde ağırlaşırken, kahve kokusunda gerçeğin ağına takılırsınız, camdan bakmayı bırakıp, kendi dünyanıza dönersiniz. Ihlamur Ağacı’ndaki kuş yuvasında anneleri tarafından, şimdilik, saklanan yavru kuşların iniltilerinde kafanızdaki cümleyi yeni baştan okursunuz:
-Ahh kahve, ne kadar tatlı; binlerce öpücükten daha güzel!