Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
Kalbin aklın hiç bilmediği kendi sebepleri vardır.
Blaise Pascal
Sözcük ne kadar eskiyse o kadar derine ulaşır demiştir Wittgenstein, dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır diye de devam eder. Bugün ya da geçmişte bir insan toplumunu cahilleştirmek ve yönetmek istiyorsanız önce işe onun kullandığı dili değiştirmekle başlarsınız. Ya bazı kavramlar önemsizleştirilir ve modası geçmiş ve ilkel olarak gösterilmeye çalışılır ya da o kavramlara tamamen farklı anlamlar verilir. Böylece insanların kendi kültürlerinin köklerinin sınırlarına ulaşması engellenir, kültüründen kopartılan insan da ne yapacağını bilemez, yolunu kaybetmiş ve şaşkın halde gezinirken de ona kendi düzeninizi bir can simidi olarak atar ve kabul ettirirsiniz. O halde yapılacak ilk işi dili özgürleştirmek ve canlandırmaktır. Kırmızı renk kırmızı arabaları değil, baharda açan çiçekleri anımsatmalıdır, hayvan kelimesi bir hakaret anlamına gelmemeli, doğanın bizim de paylaştığımız canlılığını işaret etmelidir. Güzel kadınları tarif etmek için kullanılan yosma kelimesinin geçirdiği dönüşümü düşünelim. Karı kelimesi ise karı-koca bağlamında kullanıldığında doğru anlamında olsa da, yaygın kullanımında kadın cinsinden olan kişileri aşağılamak için kullanılan bir kelime artık. Felsefe yapmak, laf kalabalığı yapmayı tanımlayan bir küçümseme oldu. Aşk sadece iki insan arasındaki karşılıklı çekim olarak tanımlanıyor. Efkar kelimesi aslında üzüntülü insan değil, düşünceli kişiyi anlatmak için kullanılırmış. Öte yandan bazı kavramlar ise ya dilde hiç üretilmez ya da kullanılmaz.
Dildeki bu tür sapmalar, bozulmalar, eksiltmeler sandığımızdan çok daha önemli sorunlara neden olabilir. Bir noktadan sonra dil etkili bir aktarım aracı olamaz, ne geçmişte yaşamış bilge insanların düşünceleriyle ne de çevremizdekilerle anlamlı bağlar kurabiliriz. Bu kavramların en önemlilerinden biri olan ‘vicdan’, ‘akıl’ gibi kavramlarda bu yozlaşmadan nasiplerini almışlarıdır. Örneğin vicdan kavramı artık sadece iyiyi kötüden ayırt etmeye yarayan ahlaki bir terime indirgenmiştir. Vicdanın gerçek kökeni nedir peki? Bu kavram nasıl doğmuştur? Wittgenstein’ın izinden giderek bu kavramın tarihsel kökenine inelim ve oradan da kendi yaşamımızdaki köküne. Belki de böylece kavrama bir öncelik verebilir ve onu aklın bir tamamlayıcısı olan yardımcı rolünden daha iyi bir noktaya taşıyabiliriz.
Konu vicdan, iyilik, sevgi gibi değerler olunca insanların çoğu önemsemez bir tavır takınabilir, çünkü hem artık insani değerlerin “piyasa değerleri” düşmüştür hem de bu konuda yazılan çizilen bin bir cahil öğüt özellikle sosyal medya yoluyla zihinlerimizi işgal etmeyi ve bulandırmayı başarmıştır.
Eğer Wittgenstein’ın dediği gibi dilimin sınırları dünyamın sınırlarıysa daha geniş bir dünyada yaşamak için dilimin sınırlarının da genişletmem gerekmez mi? Kelimelere dar ve birbirlerinden izole anlamlar vermek yerine olabildiğince geniş ve kapsayıcı anlamlar vermenin daha geniş yaşantılarımın bilincine varmakta büyük yardımı olabilir. Bu, örneğin yaşamak, ölmek, sevgi, mutluluk gibi çok kullanılan kavramlara uygulandığında zihnimizde devrim yaratabilir. Mesela mutluluğu içinde hüzün, özlem gibi duyguları da içeren daha kapsayıcı bir durum olarak görmek, ölümü yaşamın her anında var olan dönüştürücü bir güç olarak yaşayabilmek gibi. Bir de kelime üretiminin kültürel nedenlerle kısıtlanmaması söz konusudur. Bizim Türkçede bir çok yaşantımızı betimleyecek kelimelerimiz eksiktir. Örneğin Japonlar duygularını çok derinlemesine incelemiş ve hissettikleri şeylerin bilincine varıp onlar hakkında bizde olmayan kelimeler üretmeyi başarmış toplumlardan birisidir: Evrenin gizemli, derin güzelliğinin farkındalığını tanımlamak için kullanılan yugen terimi ya da özel herhangi bir şey düşünmeksizin uzaklara dalıp gitme anlamına gelen boketto gibi. Bizim dilimizde altı kelimeyle ancak anlatılan buna karşın gene de belki de çoğumuza çok bir şey ifade etmeyen bir yaşantıya verilen bir ad boketto. Biz buna belki de boş boş bakmak deriz, ama bu aynı anlama gelmez şüphesiz. Ancak bir insanın yaşadığı bazı deneyimleri ifade edecek bir kelimenin olmaması bir kısıtlanma yaratabilir. O kelimenin olması ise o yaşantıyı daha çok anlamlandırıp hayatında ona daha bilinçli yaklaşmasını sağlayabilir. Bu Pascal’ın sözünü ettiği kalbin sebeplerini keşfetmemize neden olabilir. Buna bir örnek, Fransızca’daki flaner kelimesidir ve biraz bokettodaki özgür sonsuz ruhu anımsatır. Flaner, Beaudelaire tarafından bir amaç veya varmak istenen bir durak olmadan Paris’in güzelliğini tadını çıkararak sokaklarda dolaşma sanatına verilen bir isim. Kişisel olarak ben yıllar boyunca karşılaştığım birçok yabancı dildeki kelimelerden, özellikle Japonca kelimelerden çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Örneğin Japon sanatına da ilham vermiş olan, kusurlu şeylerin güzelliğini anlatan wabi-sabi kelimesi. Mesela eski bir kentin sokaklarında gezerken eskimiş, dökük bir duvarın ya da el değmediği için yabani otların sardığı bir bahçenin güzelliği. Ya da sonradan hakkında popüler kitaplar yazılmış ve sabah kalktığımızda insanı harekete geçiren şey anlamına gelen ikigai sözcüğü. Belki bu bizim yaşama sevinci dediğimiz şeye benziyor, ama ikigai özellikle sabah yataktan bir amaç hissiyle uyanıp günü güzel geçirebilmenin bir ifadesi. Bu duygu sıkışık bir tempoda yaşadığı için sabahları uyanmaktan pek de mutlu olmayan çağdaş dünyamızın insanları için ne kadar özlenesi bir şey olmalı.
Genelde iyi bir yazının konuya çok odaklı olup sağa sola fazla sapmaması gibi üstü örtük bir kabullenme içindeyizdir. Bu da her şeyi ekonomik terimlerle düşünme alışkanlığının bir sonucu olsa gerek. Söylenmesi gereken bir an önce söylenmeli. Kaybedecek zamanımız yok. Yazıdaki ana düşünceyi hemencecik yutup daha da büyümüş entelektüel birikimimizle yola devam etmeliyiz. Bu yüzden ben de konudan uzaklaşmış görünebilirim.
Evet bu akıllıca olmaz, yani lafı döndürüp dolandırmak, oysa ki bazen yüzlerce sayfalık bir roman tek bir cümleyle anlatılabilecek bir düşünceyi anlatmak için yazılmış olabilir. Ancak bu tek cümle ancak o yüzlerce sayfadan sonra bir anlam ifade edebilir. Bizim konumuzsa akıl. Aklı eleştirirken belki de en iyisi akılcı olmayan ya da yarı akıllı bir yol kullanmak.
VİCDANI ANLAMAK
Günümüzün çılgın dünyasında insan olmanın tanımı üzerinde uzlaşılmış en önemli düşünce bizim ‘akıllı’ varlıklar olduğumuzdur. Kendimizi bir insan türü olarak tanımlamanın temeli olarak bunu koyduğumuz için, bir şeyler günümüzde olduğu gibi bireyin ve insan toplumlarının işleyişinde ters gittiğinde durumu gözden geçirmeye en temelden, yani akıldan başlamakta yarar var. Çünkü temel olanda hata varsa ya da temel olan diye varsaydığımız şey aslında temel değilse, ondan sonra yapılacak her şeyde bir yanlışlık olacaktır. Yani aklın kendisini incelememiz ‘akıllıca’ bir davranış olacaktır. Ancak eğer akıllı olmamız bir yanılgıysa yaptığımız bu incelemede yanılgılı olabilir. Bu yüzden bu incelemenin akılla değil de aklı ‘görebilen’ bir başka yetimizle yapılması daha anlamlıdır. Bu yetinin insanın kendine karşı dürüst ve nesnel olmasını sağlayan, belki de varlığımızın en değerli özelliği olarak ‘vicdan’ olduğu aşikardır. Çünkü vicdanın gücü ve kararları kendinden-emindir. O en içsel danışma makamımız olarak, olayları hiçbir şüpheye ve tereddüde yer kalmadan doğrudan bilir. Ancak burada toplum tarafından biçimlenmiş bir vicdandan bahsetmemeliyiz. Örneğin Nietzsche’ye göre vicdan, "söz verebilen bir hayvan yetiştirme" amacıyla icat edilmiştir. Bence Nietzsche’nin bu fikri yolundan sapmış, yanlış bir vicdan uygulamasını ifade eder. Maalesef günümüz dünyasında, vicdan kavramıyla olan bağımız gerçek köklerinden kopmuş ve bambaşka ve hatta tam tersi bir anlama bürünmüştür. Vicdan bir insanın kendi kalbine, kendi gerçek duygularına göre hissetme ve davranma yetisinden tamamen toplumsal normlara göre yaşama anlamına dönüşmüştür.
Vicdan sözcüğü Arapçada vecede (vücut), vecd (kendinden geçme, ilahi bir varoluşla bütünleşme) ve keşfetme gibi anlamlardan türemiştir. El-vucud, beş duyu organı aracılığıyla bulmayı ifade eder. Vicdan bu durumda bilgiyi doğrudan duyu organlarıyla elde etmesi, keşfetmesi olarak insanın tam ve kesin bilgisine eşittir. Ki bu bilgi yoluyla insan gerçekten var olduğunu, yaşadığını, bu dünyada olduğunu bilir ve anlar. Bu beş duyuyla gelen bilgilerle canlılığını duyumsar, haz alır ve yaşamla bağ kurar. O halde vicdanın insanın en temel ve ölene kadar yanında olan doğrudan bilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu bilgi aynı zamanda insanın evreni keşfedişinin de anahtarıdır. Duyu organlarımızın yitiminin bizde oluşturacağı yıkımı ve acıyı düşünecek olursak bunu daha iyi duyumsayabiliriz. Bedensel duyumlardan yola çıkan, dünyayı keşfeden, ondan haz duyan, her şeyle bir olmanın zevkini tadan ve bunu çevresinde, toplumda ve insanlıkta yaşayan ve yaşatmakta anlam bulan, eylemlerini buna göre düzenleyerek doğruyu ve yanlışı gören kişi vicdanlıdır diyebiliriz.
Öyleyse vicdan kökenini bedensel dünyadan alır. Dünyayı ikiye bölen ve yüceyi, bilinci ve ruhu dünyadan ayrı ve kopuk bir düzleme yerleştiren kartezyen düşüncenin aksine varoluşçuluk, dünyanın içindeki somut olgusal varlığımın özgürlüğümü yarattığını iddia etmiştir. Merleau-Ponty, Algının Fenomolojisi adlı eserinde ‘Zira beni ben yapan hususi fiziksel ve tarihi yapım dünyayla ilişki kurmamı engellemez; aksine dünyayla iletişim kurmamı sağlar’ demiştir. Varoluşçular Kahvesi adlı kitabında Sarah Bakewell bu durumu şu sözlerle anlatır: “Merleau-Ponty’ye göre, bilinç ve dünya... çapraz biçimde birbirlerine kenetlenmiş gibidirler. Ben dünyadaki şeyleri görürken aynı zamanda görülen olurum çünkü dünya ile aynı kumaştan dokunmuşumdur.”
Vicdan terimin İngilizcesi olan ‘conscience’ kelimesinin bilinç anlamına gelen ‘consciousness’ kelimesi ile benzerliği de anlamlıdır. Bir insanın bilinçliliğinin, bilgisinin özüdür vicdan ve kendisini bilme ve akıl yürütme yetilerinin bir birleşimi olarak insana insan olma özelliği kazandırır. Ancak bu terimin Arapçadaki kullanımı, bedeni, duyu organlarını ve vecd halini temel alırken, batıdaki kullanımını insanın kendini bilmesi anlamındaki bilinçlilik ön plana çıkar. Bu iki kullanım biçimi insanı birbirinden çok farklı noktalara götürebilecek bir anlayışı ortaya koyar. Biri dünyayla varlığımın içinden, bedenimden doğan bütünleşmeye dayanan bir bilgi, ötekisi ise tam tersi dünyanın ve kendimin dışında durup ona yabancılaştığım bir bilgi. Belki de batı insanının vicdanı böyle bir üstten bakışla biçimlendiği içindir ki, dünyanın gerçeklerinden kopuk bir vicdana dönüşmüştür.
Bu iki vicdan anlayışını birleştirecek olursak, insanı insan yapan şey aklı değil, beden, akıl ve öz farkındalığın birleşimi olan, onun bu dünyada canlı bir varlık olarak ve en yüce vecd durumunda yaşama potansiyeline sahip bir varlık olarak var kılan vicdanıdır diyebiliriz.
Bunu bilmek için kitaplar okumaya gerek yok. Kitap okusak bile o kitaplardaki düşünceleri kendi içimizde bulup keşfetmiyorsak onları ne anlar ne de onaylarız değil mi? Aynı şekilde bir köpeğe kitap okursanız bir şey anlamaz. İnsan kitaplardaki fikirleri bile kendi içinde bildiği için anlayabilir. Yani bilginin kaynağı insanın iç dünyasıdır aslen, vicdanın ve varoluşun kaynağı da. Her şey küçük bir noktadan açılıp büyür, bir tohum, bir sperm gibi. Hiçbir şey yokken sonsuz küçük bir noktadan patlayan evren gibi. Önemli olan, yararlı ve üretken olan bu küçük noktayı kaybetmemektir, hayatımıza canlılık ve hakikat veren bu noktadır.
Aklın vicdandan kopması günümüz insanın en büyük acılarına, mutsuzluğuna ve yıkımına neden olan şeydir. Artık sadece kendi çıkarlarını güden bir akıl anlayışıyla gerçeklikten son kertede kopuk, şizoid bir dünyada yaşıyoruz. Dünyayı yok olmanın eşiğine getiren bu ‘Vicdan-sızlık’ tedavi edilmediği sürece gerçek bir umuttan bahsedilemez. Ve bu tedavi her bireyin kendi iç dünyasında başlayarak dünyaya yayılmak durumundadır.
Ancak gelgelim sözde aklımız bu konuda bize hizmet eden değil, önümüzü tıkayan bizi engelleyen bir yeti haline gelmiştir. Bu yüzden aklı daha derinlemesine masaya yatırıp neden hakiki vicdanımızdan bu kadar uzaklaştığımızı incelememiz lazım.
AKLI ANLAMAK
Hiç şüphesiz ki insan akıllı bir varlıktır. Bu çok duyduğumuz bir söz olabilir. Bu düşünceyi tartışmaya açarken, insanın rasyonel (akıllı) bir varlık olmasının onun duygusal, hayalci ve akıl-karşıtı bir varlık olması gibi anlamlarını da dışlamadığını vurgulamak gerek. İnsan rasyonel bir varlıktır düşüncesi, aslında insanın durumuna ilişkin bir görünümü işaret eden bir tespittir. Yani rasyonel olmak gibi bir kapasitemiz vardır. Rasyonel sözcüğü geniş ya da dar anlamlarıyla ele alınabilir. Dar anlamıyla onun hesap kitap yapan, mantığın kurallarına uygun olarak düşünebilen bir varlık olması demektir genellikle. Geniş anlamıyla ise, rasyonellik içinde bir değerler kümesi barındırır. İnsanın rasyonel olması zihinsel melekelerini etkili bir şekilde kullanarak kendisini ve dünyayı doğru bir şekilde görüp anlayabilmesi ve buna uygun eylemlere girişebilmesi, bu görüşe uygun bir şekilde yaşayabilmesi demektir.
İnsanın akıllı bir varlık olmasının daha geniş ve derin anlamı ise ontolojiktir. Bu anlama göre insan, varoluşunun doğasında bulunan, hatta varoluşun ta kendisi olan ve evrenin düzenini ortaya koyan yasaların ta kendisinin bir eseridir. İnsan akılcıdır çünkü evren akıllıdır.
Ancak eğer akılcılığımız gerçekten işletilirse insanın aynı anda akılcı olmayan (akıl-karşıtı) bir varlık olduğu da doğal olarak ortaya çıkar. Çünkü akıl kendisinin varlığı üzerine de düşünebilir, o zaman gerçekten akıllı olup olmadığından şüphelenebilir ki bu şüphe son derecede akla uygundur. Hiçbir akıl yürütme yoktur ki nihayetinde kendi varlığından şüphelenmesin. Bu bir insanın bireyselliğinin ve zihninin sonsuz doğasının bilincine vardığı bir aydınlanmadır. Descartes’in her şeyden şüphe edebileceği, ama şüphe eden bir zihne sahip olduğundan şüphe edemeyeceği şeklindeki büyük şüphesi bunun tarihteki en önemli örneklerinden birisidir. Ancak Descartes şüphe eden varlığını temele almakla büyük bir hata yapmıştı. Gerçi bu büyük hata gerekliydi ve modern bilimin keskin yöntemlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Ancak şüphe edenden şüphe edememek de rasyonelliğin paradoksuna ulaşamamak demekti. Bu da bilimin kendisinden şüphe edememesine ve bilim adamlarının da kendi yöntemlerine karşı tarafsız olamaması sonucunu doğurdu. Öyleyse rasyonellik son kertede, bireyin dünyanın temelde irrasyonel olduğu ama tam da böyle olması gerektiği kavrayışıyla dönüşüm geçirmelidir. Buradaki irrasyonellik şöyle algılanır: Birey kendi zihninin derinlerine indiğinde rasyonelliğinin kaynağını, bu dünyanın nedenini, anlamını ve amacını arayıp bulmayı dener. Ancak böyle belirli bir nedeni nasıl bulacaktır? Bir neden bulma arzusu kendi rasyonelliğinin en temel ve güçlü ilk varsayımıdır. Onun varlık sebebi olayların nedenlerini bulmak ve dünyaya anlam verip onu kontrol altında tutabilmektir. Dünyanın günlük düzeninde kısmi olarak işe yarayan bu yetiye (akla) bir süre sonra her şey üzerinde güç sahibi olup varoluşumuzu daimi kılmak adına dünyanın ‘büyük sırrını’ da çözme görevi veririz. Ancak bu akıl için imkansız bir görevdir, çünkü akıl iki boyutlu ve sözcüklerle sınırlı bir düzlemde çalışır. Dünyaya ait bazı görüngülerin soyutlanmış kavramlarını kullanır ve bulabileceği nihai gerçeklikler de düşünsel ve kuramsal olarak son derece yüzeysel ve yetersiz olacaktır. Bu bir doğa fotoğrafına bakıp orada olmayı başarmak gibidir. Akıl ancak bir resim, bir işaret, bir tarif verebilir. Hakiki anlam, hakiki nedensellik akılla değil varlığın bütünüyle kavranabilen, doğrudan yaşanarak ulaşılabilen bir gerçeklik biçimidir. O yüzden aklı son ve mutlak cevapları bulmakla görevlendirmek insanı tam bir hayal kırıklığına ulaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Her insanın kişisel dünyasının derinlerinde kendi zihninin tabanıyla böyle bir karşılaşma yapması onu kendisiyle hakiki bir buluşmaya götürebilecek çok önemli bir andır. İnsanın en büyük üstünlüğü kendisini değiştirebilme, aşabilme ve yenileyebilme gücüyse, bu güç insanın kendi düşünce dünyasını oluşturan aklının en derin doğasıyla karşılaşmayı gerektirir. Bu karşılaşma anı insanların gerçekten büyüdükleri, gerçek anlamda acılarından kurtulup kabuslarından uyandıkları anlardır. Bir insanın kendisiyle samimi olması, kendisiyle barışıp yepyeni bir insan olabilmesi böylesine derin bir içe dalışla mümkündür ancak.
Bizim dünyamız böyle bir karşılaşmayı teşvik eden bir dünya değil maalesef. Hepimiz yıllar süren çok yoğun bir baskıyla zorlanarak “sadece dışımızda yaşayan varlıklar” haline getirildik. İnsanların en ufak bir kendine dönme sinyali vermesi bile genellikle hoş karşılanmaz, sürekli sosyal olmaya, konuşmaya, insanlara karışmaya zorlanırız. Özellikle ergenlik çağlarında gençlerin içine kapanma eğilimleri vardır. Bunlar pek istenen durumlar olarak görülmez. Gerçekten de insanın kendini dünyadan tecrit edip sürekli içe kapanmasının çok sağlıklı olduğu söylenemez. Aslında sağlıklı bir toplumda insanlar içe kapanmaya çalışmazlar, çünkü dışarda onları ürküten tehlikeler yoktur. Ancak modern dünya çok kalabalık ve talepkardır. Bireyden sürekli olmadığı bir şey olması, içinde bulunduğu topluma çok iyi uyum sağlaması beklenir. Bunu yapmadığınızda dışlanma ve ret edilme korkuları yaşarsınız. Kendinizi değersiz görürsünüz çünkü toplumun beklentileri çok yüksektir. Varlık değeri yüksek olan kişiler başarılı, zeki, güzel ve paralı olmalıdır. Bunlara sahip değilseniz ikincil üçüncül şahıslar olarak muamele görürsünüz. Kendi değerinizi başkaları üzerinden ölçer ve zamanla bu değeri içselleştirirsiniz.
İşte bu noktada bir kurtarıcı olarak vicdan devreye girmelidir. Sürekli kötü bir şeyler yaptığını ona söyleyen olumsuz bir vicdan değil, kendisinin dünyayla birliğini doğrudan algılayan bir vicdan. Bu algıyı tekrar tazelemek için bedenselliğin, dünyanın somut, fizikselliğine, kendi duyumlarına ve bu duyumların getirdiği yaşama sevincine dönmeyi kışkırtan bir vicdan. Şefkatli bir dost olarak vicdan, çatık kaşlarla bizi yargılayan ve kötüleyen değil. İnsan kendi değerini evrensel bir varlık oluşundan almalıdır. Bu evrenin içinde yaşayan, etli kemikli bir canlı olarak yakalamalıdır vicdanın sesini.