İnsanların pek çoğunun bazı olayların karmaşıklığını görememeleri, hayattaki durumlara ilişkin derinliksiz ve peşin algılara sahip oluşları ortalama zekânın sefaleti ile mi ilgilidir yoksa hayatın idamesi için yaşanan gönüllü bir körleşme midir söz konusu olan? Çocukluktan itibaren bu dünyada gözlerimin gördüklerini, kalbimin ve bedenimin hissettiklerini düşününce bu hayata dair peşin hükümlerin, her sorunun cevabını biliyormuş gibi davrananların çokluğu, onların genel kabul gören yorumları sersemletiyor beni. Şunun farkındayım elbette: Çoğu durumda düşünen biz değiliz. Egemenlerin düşünmemizi istedikleri doğrultuda düşünmekteyiz. Bunu bir biçimde bize dayatıyorlar ve algılarımızı sistemlerinin idamesini sağlayacak biçimde yönetiyorlar. İyi de, kimi insanlar bunu sorgulayıp zincirlerini kırmaya çalışırken kimileri neden bir gönüllü köleliği sürdürmeye devam ediyorlar? Baskı ve şiddetin, açlık ve ölüm tehdidinin sersemlettiği, bir biçimde hayatta kalma mücadelesi veren insanlığın hikâyesidir belki de bu… Kuşaktan kuşağa aktarılan bir bellek, bir var olmak için yapılması gerekenler kılavuzu söz konusu. Sayısız öğreti var hayatta… Çocukluktan itibaren kendimizi korumak, tehlikeleri savuşturmak için neler yapmamız gerektiğini öğreniyoruz. Fiziksel tehditler gibi duygusal tehditlere karşı durmaya dair de öğretiler var. Boyun eğmek de bu öğretilerden biri. Boynunu eğersen sana atılan taştan kurtarırsın kendini. Sana layık görülen alçak kapılardan geçebilirsin.
Çocukluktan beri tuhaf olduğumu hissetmişimdir sürekli. Başkalarının cümleleri yabancı gelmiştir çoğu zaman bana. İçimdeki düğümleri, hissettiklerimi tam da anlatamamışımdır o zamanlar. Çoğu insan hayatın sırrını çözmüş gibi dolaşırken kendi içimin karanlığına doğru çekilip isyankâr sorularımı sormuş sürüden ayrılıp bir köşede kederle ağlamışımdır.
Hayatı sevmemek, tadını çıkarmamak filan değil bu… Tam tersine hayatı ona daha kalender yaklaşıp keyfini çıkaranlardan daha fazla sevdiğimi hissetmişimdir. Dağı taşı, çiçeği, böceği, hayvanı, her türlüsünden insanı biraz ürküntüyle bile olsak acayip severim ben… Dünyanın her zerresiyle kurduğum çocuksu olduğu kadar anaç bir ilişki vardır.
Hayatta kendime dair beni en çok üzen durum potansiyellerimi gerçekleştirememiş olmamdır. Başarılı olmaya karşı bir alerjim var sanki. Başarı zihnimde öyle çok kötülükle ve sonrasında gelen kıskançlık ve yıkımla ilişkilenmiş ki elimi uzatıp kapabileceğim yerde ateşe dokunmuş gibi geri çekiliyorum. Senin başarın başkalarının kalp kırıklığına dönüşüyor çoğu durumda. Bu da hep kafamı bulandıran bir durum…
Bir de içimdeki suçluluk duyguları; diken gibi batıp duran belleğim söz konusu… Mutluluğu ve övgüyü hak etmediğime dair bir algı oluşturabiliyor bu. Hiç kimse masum değil kuşkusuz dünyada… Ayrıca ufacık yanlışlarımızı, küçük günahlarımızı abartmaya meyilliyiz. Hayattaki bazı anları öylesine yok etme isteğiyle doluyor ki insan belleğin karanlık dehlizine doğru itiveriyor. Hiçbir şey silinmiyor ama… Fırsatını bulunca o karanlık odalardan çıkıp bir heyula gibi karşına dikilebiliyor.
Kimi insanların bazı durumları anlatacak kelimeleri yok; aslında benzer şeyleri hissediyoruz ama bunları anlatamıyorlardır diye düşünmüşümdür bazen. Tam böyle düşünürken bu kişilerden gelen yalın bir cümle ile sarsılmışımdır. Her türlü insan hayranlık vericidir aslına bakarsanız benim için. Hayatta becermediğim pek çok şeyi tereyağından kıl çeker gibi halleden insanlar vardır. Pek çok insanın benim yanına yaklaşamadığım yeteneklerine gıpta ile bakmışımdır.
Yine de içim almıyor işte insanların sistem tarafından böyle teslim alınmış olmalarını… Hayatta becerebileceğim bir şeyin düşünce kalıplarına saldırmak, onların foyasını ortaya çıkarmak olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Yazıyla yapılabilecek en önemli devrim buymuş gibi geliyor bana… Kalemimin onuru korumam gereken değerli bir mücevher gibi. Cesaret ve zekâ ile yola çıkan kelimeler bize dayatılan yaşam kılavuzu kitabını yerle bir edip iyi yurttaş putlarını devirebilir belki… Kalplerimizin zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey yok.