Gece tüm 'kirini tozunu' örtmüştü günün ve 'çiseliyordu' toprak...
Her mevsim değişimi gibi gökyüzündeki karmaşaya inat sessizdi yağmur...
Toprağın hasretiydi o...
İşte o yüzden tam bir ‘ön sevişme’ yaşanırdı önce...
Sonrasında sınırlanamaz bir şehvet...
Bu nedenle en hoş haz salgılarını salardı doğaya...
Eskiden olsa ‘bu kokuyu değişmem’ derdim, dünyalara...
.....
Sesler geliyordu, ıslık gibi, balkonda ekmek kırıntılarını ezen serçe gibi, yalın ayak koşan çocuk, imbikten süzülen ‘ter’ gibi sesler...
Çok da umurumda değildi...
Buğulanmış camlara sözcükler yazacak ‘ruh’um dahi yoktu çünkü kilitlenmiştim elimdeki küçük beyaz cama...
Göz gözeydim kanatları gri, gövdesi beyaz bir martıyla...
Hatırası vardı...
Daldım, gidemedim...
.....
Yakamozların ışıltılı bir fon oluşturduğu mavinin üzerinde, gövdesindeki gururu fark ettim hemen...
Özgürlüktü bu...
Kıskandıran hatta çıldırtan bir özgürlük...
Martının süzüldüğü her kıyı, nice hasreti vuruyordu dalgakıranlara ve düşlerin ışığı yansıyordu suya...
İşte o an martıyı unuttum, hasrete daldım...
.....
Bir küçük dudak, yarım gamzelerini ortaya çıkaran bir gülümsemeyle baktı yüzüme...
Usulca ayaklarının ucuna kalktı...
İki elini doladı boynuma...
Saçları omzuma düştü...
Ve öptü...
‘Islak’ öp dedim, daha ıslak...
.....
Martının yerinde olmak, kanat çırpmak istedim...
Şimdi...
Şu an...
O kokuya....