Tuncer Bağışkan
Geçen haftaki yazımda Kantara kalesine gidiş yolumun üzerinde bulunan Singrası (Gölbaşı), Trikomo (Yeni İskele) ve Monarga köylerinde ziyaret ettiğim eski eserleri anlatmıştım. Bugünkü yazımda ise kaldığım yerden devam ederek yazımı sonlandırmış olacağım.
OSMANLI KAYALARI
Yoluma devamla Yerani (Turnalar) köyü ile Kantara Kalesi arasında çok iri kayaların bulunduğu bir bölgeye varıyorum. Üst üste yığılmış durumda olan bu kayaları 2001 yılında Ovgoroz (Ergazi) muhtarı rahmetlik Hasan Hüseyin ile ziyaret ettiğimde bunların ‘Osmanlı Kayaları’ adıyla bilindiklerini ve aralarındaki boşlukların çok derin ve sarp olması itibarıyla içerine inip çıkmanın hayli zor olduğunu bilgime getirmişti. Rivayete göre Osmanlıların adaya ayak bastıkları 1570 yılında bölgede yaşayan Rum köylüler bu kayaların aralarındaki boşlukların içerisine saklanmak suretiyle hayatlarını kurtarmışlar. Böylece o günden sonra ‘Osmanlı Kayaları’ adıyla anılır olmuşlar.
KANTARA MANASTIRI VE KİLİSESİ
Kantara Kalesine çıkmadan önce yazlık evlerin aşağısında bulunan küçük kiliseyi de ziyaret ediyorum. M.S XVIII. Yüzyılda inşa edilen şimdiki kilisenin bulunduğu yerde M.S XII. Yüzyılda Ortodokslar tarafından yapılan ‘Kutsanmış Meryem Kantariotissa Manastırı’ vardı. Maşera ile Kutsovendis’deki (Güngör) John Chrysostomos Manastırları kapatıldıktan sonra orada bulunan keşişler ile diğerleri bu manastıra gelerek Latinlere karşı mücadele vermeye başlamışlardı. M.S 1226 yılında Anadolu’daki Kalon Oros’dan Kıbrıs’a gelen John (Ioannis) ile Konon adlarındaki iki keşiş de aralarındaydı. Ancak manastırdaki 13 keşiş Latinler tarafından yargılanıp önce 3 yıl hapse mahkum edilirler. Daha sonra bunlardan biri hapishanede ölür, diğer 12’si ise 19.Mayıs.1231 tarihinde atların kuyruklarına ayaklarından bağlanıp Kanlıdere’nin yatağı içindeki taşların üzerinde sürüklenip öldürüldükten sonra cesetleri yakılır.
Eski manastırın ne zaman ve ne kadar süreyle terk edildiği bilinmiyor. Zamanla yıkılan manastırın yerine M.S XVIII. Yüzyılda Başpikopos Chrysanthos (1767-1810) tarafından bir manastır ile şimdiki kilise yapılır. Bu manastır da M.S XX. Yüzyılın başlarında terk edilir.
Eskiden kilisede çok değerli tarihi ikonlar bulunmaktaydı. Ancak 1974’den sonra bunlar ortadan kaybolur. Sadece kilisedeki ikonostasis’e ait çift kanatlı kapı ikonu yurtdışına kaçırıldıktan sonra, Alman polisinin 1997 yılında antika tüccarı Konyalı Aydın Dikmen’in Münih’te kiraladığı apartman dairesinde gerçekleştirdiği aramada bulunarak buna el konur.
KANTARA KALESİ
Girne Sıra Dağları üzerine yapılan üç dağ kalesinden en doğuda olanıdır. Deniz seviyesinden 2068 ayak (620 metre) yüksekliğe inşa edilmiş olup, Karpaz Yarımadasını, kuzey kıyılarını, Karaman kıyılarını, Mağusa körfezini ve Mesarga ovasını gözetleyebilecek bir konumdadır.
Yapım tarihi kesin olarak bilinmiyor olmasına karşın, genellikle St.Hilarion ve Bufavento Kaleleri gibi Arap akınlarının son bulduğu M.S 965 yılından sonra (M.S XI. yüzyılda) Bizanslılar tarafından gözetleme (işaret) kulesi olarak yapıldığı, Lüzinyan devrinde sığınma ile savunma amaçlarıyla kullanıldığı, Venedik döneminde ise boşaltılıp terk edildiği üzerinde durulmaktadır.
Lüzinyan döneminde “Candare” ya da “Le Candaire” adıyla bilinmekteydi. Kantara sözcüğünün Arapça’da “Köprü” veya “Kemer” anlamına gelen ‘Kandak’ sözcükten türetildiği tahmin edilmektedir. Bu nedenle kaleye bu adın Arap işgalciler, ya da Suriye’den gelerek adanın bu bölgesine yerleşim yerleri kuran Maronitler tarafından verilmiş olabileceği tahmin edilmektedir. Genel olarak Kantara adıyla bilindiği gibi, halk arasında 101 odalı olduğuna ve bir odasında kalenin kraliçesine ait bir definenin saklı bulunduğuna inanıldığından “Yüz bir Evler Kalesi”, “Kraliçe’nin Kalesi” (Castello de Regina) ve “Kraliçe’nin Evleri” (‘Spitia tis Regaenas’) adlarıyla da bilinmektedir. George Jeffery’nin saptadığına göre, Rigenas (Kraliçe) adıyla bilinen ve Doğu Akdeniz’in gizemli perisine (kraliçesine) ait olduğuna inanılan bir Kıbrıs rivayetinde, bu kraliçe kale harabesindeki belirli bir kayaya, ya da taşa oturup deniz ile karanın manzarasını izlermiş. Kraliçenin oturduğu bu yer ise bölgenin çobanları tarafından “Rigenas’ın (kraliçenin) Tahtı” adıyla biliniyormuş. Bilinen diğer bir geleneksel rivayet ise, burada kraliçeye ait efsanevi bir definenin gizli olduğudur. Bu rivayetleri ise yazımın sonunda anlatarak bugünkü yazımı da bu şekilde sonlandırmış olacağım.
Yazılı kaynaklarda kalenin adından ilk kez İngiltere kralı Aslan Yürekli Richard’ın Kıbrıs’ı ele geçirdiği 1191 yılında söz edilmeye başlanmış, 1228 yılından itibaren de yaygın olarak hakkında bir savunma ve bir sığınma yeri olarak söz edilir olmuştur. Yazılı kaynaklara göre 1191 yılında zamanın Kıbrıs kralı İsak Komnenos’un Aslan Yürekli Richard’ın emrine giren eski Filistin Kralı Guy de Lüzinyan’a Mesarga ovasındaki Tremeşe’de yenildikten sonra bu kaleye sığınır. Ancak başta Girne Kalesi olmak üzere diğer kalelerin düşmesi üzerine teslim olmak zorunda kalır.
Kale hakkındaki bilgilerimiz genellikle Lüzinyan ile Venedik dönemlerine (M.S 1191-1571) dayanmaktadır. Doğal yapısı itibarıyla bu devirlerde Lüzinyan Şövalyeleri arasında baş gösteren anlaşmazlıklardan kaynaklanan çeşitli savaşlara sahne olur. Bu nedenle değişik zamanlarda gerçekleşen savaşlarda yıkıldığından tamir edilip yeniden kullanılır.
14.7.1229 tarihinde gerçekleşen Lefkoşa savaşında Alman İmparatoru Frederik II’ye bağlı Longobard ordusunun Kral vekili John d’İbelin’e bağlı Kral Henry I’in askerlerine yenilmesinden sonra, Frederik II yanlısı dört liderden biri olan Gauvain de Chenichy bazı taraftarlarıyla bu kaleye sığınır. John d’İbelin kaleyi ele geçirmek için Şövalye Anseau de Brie’yi görevlendirir. Kale duvarlarının büyük bir bölümü ateşli taş atan özel bir mancınıkla tahrip edilmesine karşın ancak Gauvain de Chenichy’in ok ile vurulup öldürülmesinden sonra ele geçirilir. Kral vekili John d’İbelin’in adada bulunmadığı 1232 yılında, İmparator Frederik II’nin taraftarlarından Sir Aimery Barlais kaleyi tekrar ele geçirir. Ancak John d’İbelin’in adaya dönüp Mağusa’yı alması ve Kayseri Lordu Philip de Novare ile bir barış anlaşması imzalanması üzerine kale teslim olur.
Cenevizlilerin 1373 yılında Lefkoşa ve Mağusa’yı işgal ve tahrip etmelerine karşın bu kale Kral Peter II (1369-1382) taraftarlarının elinde kalmaya devam eder. Peter II’nin dayısı olan Antakya Prensi John tüm kraliyet aile mensupları gibi Mağusa’da Cenevizlilerin elinde tutsak olduğu bir sırada, sadık aşçısı Galentiri’nin yardımıyla aşçı kılığında kalenin dışına çıkar. Kalenin dışında buluştuğu başka bir sadık uşağının da yardımıyla birkaç saat içinde Kantara kalesine sığınır.
Antik yazarlardan Fr. Etienne de Lusignan’ın 1573 yılında yayınlanan ‘Chorograffia’ adlı kitabında, kalenin tahkimat duvarlarının Mağusa’yı işgal eden Cenevizlilere karşı bir tepki olarak Peter II’nin amcası ve halefi Kral James I (1382-1398) tarafından 1391 yılında güçlendirildiğini yazar. Şimdiki tahkimat sisteminin bu tarihe ait olduğu tahmin edilmektedir.
Magusa’nın Piç James lakabıyla bilinen James II tarafından ele geçirilmesinden (ya da Kıbrıs’ın Venediklilerin eline geçtiği 1489 yılından) sonra kaleyi savunma görevi Mağusa garnizonundan bir İtalyan birliğine verilir. Ancak 1525 (bazı kaynaklara göre 1929) yılından sonra asker azlığı nedeniyle savunulmasına gerek duyulmayan denizden uzak Bufavento ve St. Hilarion kaleleri gibi askerden arındırılarak terk edilir. 1562 yılı itibarıyla harabe olan kale, ilerleyen yıllarda daha da kötü bir duruma gelir. Bu nedenle 1914 yılında İngiliz Sömürge idaresi tarafından restore edilerek günümüze iyi bir durumda gelmesi sağlanmış olur.
KANTARA KALESİNİN TANIMI
Dağın tepesindeki ana kayaya yapılan kaleyi değişik zamanlarda inceleyen E. Duthoit, K.M. Setton, Camille Enlart, George Jeffery, A. Papageorgiou, W. Müller-Wiener, G. Perbellini, A.H.S. Megaw, H.U.Wiblinger ve K. Molin gibi uzmanlar kalenin tanımına ilişkin farklı bilgiler vermişlerdir. Tepenin batı, kuzey ve güneyindeki sarp kayalar ulaşıma olanak vermediğinden kalenin girişi doğuya alınmış, surların dışına ise Bufavento kalesindeki gibi büyük bir su deposu yapılmıştır.(30) Kalenin en zayıf yeri bu kısım olduğundan buraya sur ve kulelerle korunan ‘Dış Giriş’ (1), ‘Barbikan’ (giriş avlusu) ve ‘İç Giriş’ (7) kısımlarını içeren bir savunma sistemi yapılmıştır.
Kalenin dış giriş kapısı dikdörtgen planlı iki kuleyle savunulurken (5-6), dış girişin surları ise kuzey ve güneyde bulunan at nalı planlı iki kuleyle sınırlandırılmıştır.(28, 32) Dış giriş kapısından sonra geniş bir iç avluya (Barbikan) girilmektedir. Dış ve iç girişteki kuleler ile surlar arasında kalan bu alana giren taarruz eden birlikler, surlar ile kulelerde savunma yapan askerler tarafından imha edilmekteydi. İç avludan sonra kalenin ikinci giriş kapısına varılmaktadır.(7) İç giriş kapısı, kuzey ve güneyde bulunan dikdörtgen şeklinde birer büyük kuleyle sınırlandırılan bir tahkimat duvarının ortasında yer almaktadır.(2-3) Bu giriş kapısından sonra kalenin içine girilmektedir. Buradan sola sapıldığında, dikdörtgen planlı geniş bir odadan ibaret olan haç tonozlu güney doğu kulesine varılmaktadır.(2) Kulanın bitişiğindeki tonozlu odanın bodrum katının bir sarnıç olarak kullanıldığı izlenimi edinilmektedir.(9) Buradan güneye yönelen patika izlendiğinde, yan yana üç odadan oluşan beşik tonozlu ve mazgal pencereli muhafız odalarına varılmaktadır. (10-12) Bu odaların güney ucunda ise orta çağa ait bir tuvalet yer almaktadır.(13) Bundan sonra güneybatıya uzanan patikanın solunda kalenin güney duvarı, sağında at nalı planlı bir su sarnıcı ve ilerde ise bir kule kalıntısı bulunmaktadır. (14) Patikanın güneybatı ucundaki kayalıkta yarım haç tonozlu yan yana üç oda yer alıyor. (15-17) Bu odaların en güneydekinde kalenin dışına açılan ve çöp boşaltma amacıyla kullanıldığı sanılan küçük bir kapı vardır.(20) Bu odaların hemen bitişiğinde ise yan yana iki su sarnıcı yer almaktadır.(18-19) Buradan ayrılıp doğuya yönelen dik patika izlendiğinde, kuzey kıyı şeridinin izlenebildiği sol kısımda Bizans dönemine ait yapı kalıntıları, dik kayalığı çevreleyen kuzey tahkimat duvarları, su depoları ve birtakım oda kalıntıları görülmektedir. Kalenin genelindeki yapılardan Bizans dönemine ait olanlar düz damlı, Lüzinyan dönemine ait olanlar ise beşik tonozlu, kaburgalı tonozlu ve haç tonozludur.
Sarp kayalığın en yüksek tepesinde bir işaret (gözetleme) kulesi, ya da kalenin efsanevi kraliçesine ait olduğu varsayılan dikdörtgen planlı bir kule kalıntısı bulunmaktadır.(25) Bir zamanlar iki katlı olan bu kulenin günümüze gelen güney duvarında çok güzel bir pencere bulunmaktadır. Kalenin en yüksek yeri olduğundan batıdaki Bufavento kalesiyle işaretleşme noktasının burası olduğu düşünülmektedir. Kulenin kuzeyindeki sur duvarlarında Bizans dönemine ait kırmızı tuğla kalıntılarına rastlanmıştır.(23-24) Tepedeki kuleden ayrılıp kuzey doğuya uzanan patika izlendiğinde, kuzey doğudaki iki katlı bir kuleye varılmaktadır.(26, 3) Dış Giriş kapısı, Barbikan ve iç giriş kapısına hakim durumda olan bu kule kuzey denizindeki hareketleri de izleyebilecek bir konumdadır. İki katlı olan bu kulenin zemin katı, kuzeyinde mazgal pencereleri bulunan bir geçit ve kare planlı bir odadan ibarettir. Bu odanın doğusundaki kapıdan, üç tarafında mazgal pencereler bulunan at nalı planlı ve tonoz üst örtülü bir kuleye ulaşılmaktadır.(8)
KANTARA KALESİ DEFİNESİNİN RİVAYETİ
Kantara kalesi definesiyle ilgili olarak Ovgorozlu rahmetlik Teyfik Rifat Atun ile Çangar Dede lakabıyla bilinen Komi Kebirli rahmetlik Halil Sefer Komili’nin atalarından öğrenip bilgime getirdikleri bir rivayeti de burada aktaralım. Rivayete göre Kantara kalesi ele geçirilmesi zor olan sarp bir tepede bulunduğundan kimilerine göre kalenin kraliçesinin altınları, kimilerine göreyse Venedik İdaresi’nin altın sikkelerden oluşan definesi burada muhafaza edilmekteymiş. Ancak Osmanlıların Kıbrıs’ı alma girişimi üzerine definenin Venedik’e kaçırılmasına karar verilmiş. Bunun üzerine define develer ile öküz arabalarına (ya da 9 katır arabasına) yüklenerek Mağusa’ya doğru yola çıkılmış. Ancak kervanın Mağusa’ya doğru yol aldığı bir sırada Mağusa Kalesi’nin Osmanlıların eline geçtiği haberi alınmış. Definenin Osmanlıların eline geçmemesi için yol kenarına kazılan bir çukura konup saklanmış. O gün bugündür yerini bulan olmamış. Kimilerine göre bu yer Komi Kebirli Dr. Sozo’ya ait olan Baruzo bölgesinde, Ovgoroz Conya ovasında, Livadya (Sazlıköy) ile Komi Kebir arasındaki Abelandro bölgesinde, kimilerine göreyse Kantara kalesi ile Mağusa arasındaki bir yerde bulunuyor.
KANTARA KALESİNİN İKİNCİ RİVAYETİ
Komi Kebir köyünde Çangar Dede lakabıyla bilinen rahmetlik Halil Sefer Komili’nin atalarından duyduğuna göre, eski Komi Kebir köylüleri Kantara Kalesi’ni ‘101 Evler’ adıyla bilirlermiş. Bu kalede kraliçenin yolu ve mevzileri varmış. Kalenin yapımında esirler çalıştırılmış. Deniz ile kale arasına yan yana dizilen esirlerin deniz kenarından aldıkları taşlar elden ele verilerek dağın tepesine çıkarılmak suretiyle kale yapılmış. Kalenin bilinmeyen 101’inci odası ağzına kadar altınla doluymuş. Bu odanın kapısı ise sadece yılda bir defa açılırmış. Bir seferinde çobanın biri kapının açıldığını görünce odaya girmiş. Ancak yetiştirip zamanında dışarı çıkamadığından içerde mahzur kalmış. Dağarcığında bir nar varmış. Bir yıl süreyle günde bir nar tanesi yiyerek yaşamını sürdürmüş. Bir yıl sonra odanın kapısı açılınca içine altın doldurduğu dağarcığıyla birlikte dışarıya çıkıp kurtulmuş.