Seda Argün
sedaargun@hotmail.co.uk
Her yaşadığımız acının bizi büyüttüğüne dair fenomenler etrafında yaş alıyoruz. “Beni öldürmeyen acı güçlendirir” diye sözler de yok değil. Acının bizi büyüttüğü değil de daha çok bizi daha dirençli yaptığı aşikâr. Kendi savunma mekanizmalarımızı, kendi kalkanlarımızı etrafımıza örüyor, hazır olda beklemeye başlıyoruz. Hayatın bize ne sunacağını bilmeden yaşamaya devam ederek, bir noktada aslında hazırlıksız yakalanmamak için hazırlık yapıyoruz.
Hayatta attığımız her adım da bunun üzerine kurulu zaten. Etrafımdaki herkeste ve hatta kendimde de gördüğüm bir şey bu. Kaçınılmaz bir gerçek aslında kötü deneyimler, acılar, kâlp kırıklıkları, sevdiğimiz birini kaybetmek, istemediğimiz bir yerden ayrılmak, sırtımızdan hançerlenmek, yalanlar vs. Listeyi uzatmak o kadar kolay ki. Hangimiz kalbi kırıldığı için yeni ilişki yaşamaktan korkmadı ki, ya da sevdiği birini kaybedince diğer sevdiklerinin de her an yanından kaybolacağı korkusuyla yaşamaya başlamadı? Bir şekilde hiç birinden kaçamayacağımız deneyimler eşliğinde hayat yolunda ilerlerken aslında bir yanda da son durağa varana kadar girdiğimiz ara yollar bizi silkeleye silkeleye ya daha da dik durmamıza neden oluyor ya da kendi kabuğumuza dönüp, yalnızlıkla silinip gidiyoruz.
Her kötü deneyim bizi olgunlaştırırken diğer taraftan da biraz da umursuz yapıyor. En azından kişisel deneyimlerim bana bunu söylüyor. Umursuz olmaktan kastım hiç bir şekilde hayatı ‘sallamamak’ değil aksine yaşanan kötü ve belki de büyük deneyimler ve acılar sonrasında ‘daha kötü ne olabilir ki?’ sorusunu sürekli sorarak yaşamaya başlamaktan kastediyorum.
Herkes kendi acısının, kâlp kırıklığı ve üzüntüsünün en kötüsü olduğunu düşünür. Minicik bir çocukken kaybettiğim babam sonrasında belki de artık daha ne kötü olabilir diye her geçen yıl kendime bir soru daha soruyorum. Otuz yaşıma bir kala artık etrafımdaki insanların minik ama onlara göre devasa sorunları etrafında boğulmalarını izlerken nasıl oluyor da etrafta bu kadar kötü olaylar olduğunun farkında olmadan yaşamalarını dikkatle izliyorum. Ağlamak ne kadar kolay olmuş, gözyaşı dökmek; herkes bir depresyonda, buhranlı kafası ile uykuya dalıp uyanıyor. Bir silkelenmek lâzım, durup bir düşünmek... Yaşamak çok zor, hele de günümüzde bu denli talepkâr ve bir o kadar da hırpalayıcı hayat içerisinde farkındalık sahibi olmak epeyce zor.
Siz hiç etrafınızda bir sürü şey olup biterken, yeter diye çığlık atmak istediniz mi? Ya da sürekli ordan oraya koşuşturan insanları durdurmak? Yaş aldıkça ağırlaşan hayatlarımız beraberinde bir sürü sorunu da getiriyor. Küçük toplum ya da büyük toplumda yaşasın ya da yaşamasın insan kendini kaosun tam da göbeğinde buluyor. Herkes bir beklenti içerisinde, herkes kendi kaybolmuşluğunda benliğini ve ruhunu ararken diğerini de aşağıya çekmek için uğraşıyor. Benim kafam almıyor, niye kendimize bu eziyetleri yapıyoruz, neden gerçekten bu denli kısa hayatlar yaşarken, her gün sevdiklerimizi hastalık, kaza veya gereksiz nedenlerle kaybederken birbirimizi zehirliyoruz? Evet tam da aradığım kelime buydu aslında. Zehirlemek. Bıkmadan usanmadan etrafına zarar vermek, karşısında sevmediği, tehdit olarak gördüğü kim varsa onu ekarte etmek için zehrini etrafa saçmak. Ne kadar yorucu bir faaliyet olsa gerek. Huzur içerisinde yaşanabilecekken hayatlar bir bakıyoruz bir telaş içerisine düşüyoruz. Yalnızlık da tam burada devreye giriyor. Yoruluyoruz, yıpranıyoruz, sorguluyoruz ve bir anda kendimizi yorganımızın altında gözyaşlarını silerken buluyoruz. Bu gözyaşları zayıflığın değil aslında iyi insan olmanın günümüzde ne denli ağır yükü de beraberinde getirdiğinin bir kanıtıdır. Korkmak yerine savaşmayı tercih eden, bildiğini iyi yapan ve bundan keyif alan her insanın karşılaşacağı son gibi o çirkin zehirleyici kaos ortamı yaratılıyor. Hele de bizler gibi küçük ama o derece sorunları ve çıkmazları olan toplumumuz içerisinde bir noktadan sonra insanlar kendilerine fayda değil başkalarına zarar vererek kendilerini bir nevi tatmin etmeye başlıyorlar.
Belirli sorunlar karşısında birazcık güçsüz kalan bünye hemen yalnızlığına sarılıyor ve şanslı olmaz ise vazgeçmelere başlıyor. Önce işinden, sonra aşkından daha sonra da kendinden. O kadar yoruluyor ki beden ve kâlp, esas olarak da zihin. Adaletsizliklerin hüküm sürdüğü dünya içerisinde istisnaların yaşanacağı bir yerde doğup büyüdüğümüzü düşünmemekle birlikte, kendi içerisinde birbirine yardımcı olmakla övünen herkesin aslında o noktada bencilleşerek her alanda tekelleşmenin önünü açtığının farkında olmalıyız. Düşünecek birçok konumuz var.
İnsanlar korkmaktan hoşlanmaz, yalnızlığı sevmez, kendine rakip çıkandan nefret eder. Kaybetmek ise tam bir kâbustur. Sevdiklerinden asla vazgeçmek istemeyen bir insanın kaybedince yaşadığı hayal kırıklığı ve üzüntü ile aslında işinde kendine rakip olan birinin kendi kadar çalışıp başarılı olunca yaşadığı sinir ve kontrolsüzlük de benzerlik gösterir. Korkusuz olmak lazım, ben hep öyle yaptım. Asla da dönüp arkama bakmadım. Pişmanlıklarım yok denecek kadar az, aksine keşke daha da yapsaydım dediklerim çok fazla. Bir yaprak gibi oradan oraya savrulmaktansa bildiğim yoldan şaşmadan ilerledim hep. İnsanlar rahat oldukları alandan çıkıp kaybetmek korkusu ile yaşamak istemez. Özel hayat içerisinde bunu engellemek için alınabilecek her türlü önlem anlaşılabilir iken eğer doğru yönden yaklaşılmazsa kontrolden çıkabiliyor. Sanırım tüm kafa karışıklıkları da buradan geliyor.
Kimse hiç bir şeyin kolay olacağını söylemedi. Her bir kafa karışıklığı, kalp kırıklığı ve kötü deneyim içerisinde kendi kaosumuzdan bir nevi ormanımızdan çıkmak için çabalıyoruz ama biliyorum ki eğer dikkatli olmazsak istemediğimiz bir dala dolanıp düşebiliriz. Asla vazgeçmeden yürünen her yolda kaybedilenlerle birlikte daha da bizi güçlendirebilecektir. Önemli olan hayatta nerede durduğumuzdur. Dünyanın neresinde olursak olalım nefret, yalan, hırs, aç gözlülük ve hak yemek cezasız kalmamıştır. Ne kadar çabalarsak çabalayalım her zaman için kötü insanlar olacaktır. Ama her zaman da bu insanların karşısında çabalayacak direnecek insanlar da olacaktır. Tek olduğunu düşünmek, öyleymişçesine yaratılan bir ortamdan bir anda çıkıp yapayalnız kalıvermek çok da beklenmeyen bir şey olmamalı. Yaş alıyor, büyüyor, yıllar geçerken daha fazla şeyin farkına varıyoruz. Yalnız olmadığımız her anda daha da güçlüyüz, daha da iyiyiz.
Günlük tatminler, kazançlar ve kendini bilmezlikler geçicidir. En büyük üzüntülerin dahi günden güne kendini küllendirdiği bir hayat içerisinde yaşarken, kötülükler ve can yakmaların kazandırdığı hiç bir şey kalıcı olmayacaktır. Etrafınıza bakın, her yerde birbirinin kuyusunu kazmak için hazırda bekleyenler var. Kendine çıkarabileceği bir pay bulduğu anda küreği sallamaya hazır olanlar. Ama çok iyi biliyorum ki bu hayat içerisinde bir nebze olsun canı yanarak büyüyen birçok kişi bu insanların karşısında duracaktır. Hayat içerisinde birini ezmek, birinin sorununa ortak değil köstek olmak anlık tatmini verecek uzun vadede yapanın canını yakacaktır.
Yapılacaklar listesi hazırlamaya kalksak uzar gider ama şunu bilmemiz lazım: Keşkeleri olmamalı insanın, geriye dönüp baktığında ‘ahh yapsam ne olurdu acaba?’ soruları karşılamamalı onu… Kaos içerisinde bulsa bile kendini, ne çıkarabilirim kendime bundan diye bir bakmalı… Kimine göre iyimserlik, kimine göre aptallık, bence tamamen hayatı yaşamak… Ne yaparsanız yapın kendinize sarılacak bir dal değil yaslanacak bir kaya bulun. Sizi dinleyen, destek olan ve belki de “daha kötü ne olabilir?” sorusunu size hatırlatacak. Yaşayın sadece yaşayın. Siz yaşadıkça, yüzünüzdeki gülümsemeden rahatsız olacak olanlar kaybolmaya başlayacak, size zarar vermeye çalışanlar daha da uzaklaşacaktır.