KAPILARIMIZ TİTREMESİN

Neşe Yaşın


-Savaşta geçti çocukluğum/ kırıktır içimin pencereleri-

Çocukluğunu savaşta geçirmiş birinin bir savaş şehrine giderken hissettikleri diğer yolculardan farklı olmalı, diye düşünüyordum barış grubuyla birlikte bindiğimiz Diyarbakır uçağında. Doğrusu ne zamandır Diyarbakır diye çarpmaktaydı kalbim ve gruba katılmam önerildiğinde içinde bulunduğumuz kötü zamanlarda yapmam gereken en doğru şeyin bu olduğunu düşünüp hemen kabul etmiştim.

Bir yıl önce yine bu günlerde, Roboski’nin yıl dönümü nedeniyle Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği’ni temsilen, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Kürt Yazarlar Derneği’nin düzenlediği ortak bir etkinlik için Diyarbakır’a doğru yola çıkmış, uçaktaki rötar nedeniyle Roboski’ye gitmemiz zora girince şehirde düzenlenen etkinliğe katılıp Ezidi kampını ziyaret etmiştik. O günlerin barış umutları ve hayallerinin yerle yeksan edildiği bu zor dönemde uzaklardan bir korku filmi gibi izlediğimiz savaşı yakından görecek olmanın kederi savruluyordu içimde.

Şimdi karlar altındaki İstanbul’da dün tanık olduklarımı ve işittiklerimi yazmaya çalışırken hep o kız çocuğunun gözyaşlarıyla söylediği “"Pencere ve kapılarımızın titremesin, rahat ve huzurla uyumak istiyorum. Bu ölümlerin bitmesini ve silahların susmasını istiyorum. Güzel bir hayat yaşamak istiyorum. Herkesin yaşadığı hayatı, başka şehirlerde çocukların dışarıda oyun oynaması gibi bizimkilerin de burada oyun oynamasını istiyorum.” sözleri aklımda.

Sevdiklerini yitirmiş iki acılı kadının Rakel Dink ve Türkan Elçi’nin içtenlik ve şiirsellikle bezenmiş konuşmalarını, abluka altındaki aç çocuklarına çaresizlik içinde bayram şekeri yedirdiğini söyleyen, kızının asitle yanmış kollarını gösteren kadını ve hayattaki hedefi büyütüp üniversiteye gönderdiği oğlunun cesedine ulaşmak olan bir babayı izlemek kahrediciydi.

“Türkiye’mize hoşgeldiniz!” demişti bir kadın. Siz Türkiye’yi yaşadığınız diğer şehirler mi sandınız dercesine.
Sur’a doğru yaptığımız sembolik yürüyüş Türkiye’nin suskun batısının duyarlı insanlarının olup bitene sahip çıkışı, yola düşmüş vicdandı bir anlamda.

Bizim gelişimiz nedeniyle sakin bir gün geçirmişti Diyarbakır. Bugün kimse ölmedi diye seviniyordu herkes. ”İlk kez biber gazsız bir yürüyüş gerçekleşti,” diyorlardı.

Uzun zamandır düşünüyorum bunu: Bildiğimiz çoğu şey ya yanlış ya da çarpıtılmış; bu yanlış ve çarpıtılmış bilgiler üzerinden bilgiçlik taslıyor, yargılarda bulunuyor hatta kalem kırıyoruz. Şu “hendek” meselesi örneğin… İhanetin adı haline gelmiş. Kötülükler listesine eklenmiş. Özyönetim gibi aslında dünyanın demokratik ülkülerinde bulunan bir uygulama “bölücülük”le eş anlama getirilmiş. Özyönetim lafı edildiği anda eşbaşkanlar tutuklanmış. İdamla yargılanıyorlar.

“Gelip hendek diye soranlar bu hendekler niye açıldı, önce onun hesabını vermelidirler,” diye haykırıyordu bir adam. “Biz kendimizi yalnız hissediyoruz. Gençlerimiz sokaklarda, çocuklarımız bombalar altında ölüyorlar. Cenazelerimizle bizi teslim almaya çalışıyorlar,” diyordu devamla…

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gülten Kışanak’ı ziyaret etmiştik geçen yılki gelişimizde. Barış umutlarının hâlâ sürdüğü zamanlardı onlar. Bugün ise insanların isyan içinde olduklarından “Benim evim yıkıldıktan sonra mı barış? Benim çocuğum öldükten sonra mı barış?” diye isyan ettiklerinden söz ediyor. “Gönüllere kazılmış hendekleri kapatmak mümkün olmayacak,” diyor.

Eşbaşkan Fırat Anlı ise “Silah sesleri arasında nasıl konuşacağız?” diye sorarken olanları “Karaca yavrusuna karşı gergedan sürüsü”nün saldırısına benzetiyor ve gergedana dur demek gerektiğinden söz ediyor. “T.C’nin hendek bahanesi İsrail’in tünel bahanesinden farksız,” diyor

“İşte hendek, işte deve,” diye düşünüp defterime not alıyorum o sırada. Konuşmak ve tartışmak yerine öldürmeyi tercih edenlerin zulmünü, ölen gencecik çocukların vebalini düşünüyorum.

Biz ayrılırken kar yağmaya başlıyor. Abluka altındaki Sur’u; yerde yatan gencecik ölüleri, hayatı, yalnızlığı düşünüyorum.

Bir ülkeyi savaştan çıkarabilirsin ama savaşı o ülkenin insanlarının içinden nasıl çıkaracaksın, diye düşünüyorum. İnsan olmayı, şiddetin kaynaklarını düşünüyorum.

“Kapılarımız titremesin,” diyen küçük kızın gözyaşları geliyor aklıma. Savaşta geçen çocukluğumu düşünüyorum.

(Aynı yazı bugünkü Evrensel gazetesi Pazar ekinde yayınlanmıştır)