1619 yılında Kuzey Amerika’ya bir gemi demir atar. Kara ağızlı toplarla donatılmış ürkütücü bir gemi...
Hollanda bayraklıdır. Karadakiler heyecan ve ürkeklik içinde gemiye bakmaktadırlar.
Ne taşıdığını merak etmektedirler.
Sonunda geminin kapakları açılır ve karaya 20 köle bırakılır.
Bunlar Virginia’ya ayak basan ilk kölelerdir...
Aynı tarihlerde İspanyol ve Portekizli köle tüccarları Güney Amerika’daki kolonilerine halihazırda bir Milyon köle taşımış bulunuyorlardı. Sıra şimdi Kuzey Amerika’daydı.
Dünyada hiçbir ülkede ırkçılık Amerika’daki kadar önemli rol oynamamış, oradaki kadar kesintisiz ve uzun ömürlü olmamıştır.
Irkçılığın nasıl ve ne zaman biteceğine dair yoğun tartışmaların yapıldığı, dikkatlerimizi şimdiki zamana ve geleceğe çevirdiğimiz bugünlerde, ırkçılığın nasıl başladığına bakmakta sonsuz yararlar vardır.
İlk kölelerin Afrika’dan Virginia’ya “mal” olarak taşındıkları 1619 yılından çok kısa bir süre önce bölge halkı açlık içindeydi. Karısını parçalara ayırıp iyice tuzladıktan sonra kendine erzak yapan erkeklerin hikayesi anlatılır.
Beslenmek için darı, ihraç etmek için de tütün üretmek istiyorlardır ve tabii ki, işgücüne ihtiyaçları vardır.
1800 yılına geldiğimizde toplam 10-15 Milyon Afrikalı köle Amerika kıtasına taşınmıştır. Afrika’da yakalanan kölelerin üçte birinin yolda öldüğü düşünülürse, hayatı karartılan siyah Afrikaların çok daha fazla olduğu anlaşılır.
Kar çılgınlığıyla ağır koşullarda çalıştırılıp sömürülen Afrikalı Siyahlar, korkunç bir aşağılanmaya tabi tutuluyor, Efendi-Köle ilişkisi içinde yaşamaya mahkum ediliyorlardı.
Aileleri dağıtılıyor ve bir araya gelmeleri yasaklanıyordu. Ailesine kavuşmak için kaçmaya çalışanlara ölüm cezası veriliyordu.
Sömürü ve aşağılama...
Irkçılık, bu iki olgunun sentezinden doğmuştur...
Yani, bir renkten değil, bir sömürü sisteminden doğmuştur...
Nitekim Siyah Afrikalı köleler ile beyaz hizmetkarlarla uşaklar arasında bir ayırım olmadığı ve birbirlerini eşit gördükleri anlatılır. Yani, Siyah Afrikalılarla benzer koşullarda yaşayan ve benzer sorunlarla boğuşan Beyazların aklına ırkçılık yapmak düşmemiştir...
Araziler genişledikçe ve üretim arttıkça Siyah Afrikalıların sayısı da artmıştır. 1700 yılında Virginia’da 6000 köle çalıştırılıyordu. Bu rakam 1763 yılında 170.000 ulaşmıştır.
Köle çalıştıran büyük toprak sahibi birinin anlattığına göre, bir köleden yılda 257 Dolar kazanıyor, köle için sadece 12 veya 13 Dolar harcıyordu...
1776 yılında Amerika Birleşik Devletleri kurulduğunda, Bağımsızlık Deklarasyonunda Rousseau’nun “bütün insanlar eşit doğar” deyişine de yer verilmişti. İnsanların dünyaya haklarla donatılmış olarak geldiğine vurgu yapılıyor, bu hakların başında da yaşam hakkı, özgürlük ve mutluluk çabası içinde olma hakkı geldiği yazılıyordu.
Fakat ne tuhaftır ki, Thomas Jefferson Deklarasyonu kaleme aldığı sırada yanında oturan, karısı Martha’nın 14 yaşındaki ayrı anneden doğan kardeşi Robert Hemings, bu hakların hepsinden mahrum bırakılacaktı. Çünkü Robert, Martha’nın babasının Siyah köle bir kadınla ilişkisinden doğmuştu.
1787 yılında Amerika’da federal bir düzen kurulduğunda, durum değişmedi. Anayasada yer alan “We the people of the United States” (“Biz, Birleşik Devletler halkı”) kavramına kadınlar, siyahlar, köleler ve yerliler dahil edilmedi. “Egemen halk” küçük bir azınlıktan oluşuyordu.
Kölelerin bütün başkaldırıları sonuçsuz kalmıştı ama giderek ülkede köle karşıtlığı büyüyordu. Kimi dinden hareketle “Tanrının siyah evlatlarına” yapılanları Tanrı’ya hakaret sayıyor, kimi Aydınlanmanın etkisiyle insanların eşitliğine inanıyordu. Kimi de özgür iş gücüne ihtiyaç duyuyordu.
Özellikle sanayinin geliştiği Kuzey eyaletlerinde köleliğe karşı ciddi bir kamuoyu oluşmuştu. Fakat Güney eyaletlerinde hüküm süren kapitalist tarım üretimi tamamen kölelerin sömürülmesine dayanıyordu.
ABD, giderek Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılıyordu. Daha doğrusu, iki kesim arasındaki mesafe gün geçtikçe büyüyordu.
Köleliğe karşı etkili bir kampanya yapanların başında William Lloyd Garrison geliyordu. 1831 yılında kurduğu derneğin amacını, köleliğe son vermek olarak açıklamıştı. Yayınladığı kendi gazetesi The Liberator’un ilk sayısında şöyle haykırıyordu: “Ben temkinli düşünmeyecek, konuşmayacak ve temkinli yazmayacağım... Ciddi söylüyorum, ikirciklimli olmayacağım. Özür dilemeyecek ve bir santim bile geri adım atmayacağım. Ve Benim sesim duyulacaktır!”
Gerçekten de sesi çok duyuldu. Ölüm tehditlerine rağmen bildiği yolda yürüdü ve köleliğe karşı büyük ve etkili bir mücadele verdi. Artık köleliğe karşı çıkan geniş bir kamuoyu vardı.
Fakat bu arada Amerika iç savaşa bir adım daha yaklaşıyordu. Nitekim 1860 yılında, köleliğe son vermek gerektiğini savunan Abraham Lincoln ABD Başkanı seçilince, iç savaş kaçınılmaz oldu. ABD’den ayrılmaya kalkışan Güney Eyaletlerine karşı savaş başlatıldı ve 1865 yılında savaşı Kuzey Eyaletleri kazandı. Böylece, Amerikan anayasasında köleliği yasaklayan madde yer aldı.
1870 yılında Siyahlar seçme ve seçilme hakkına kavuştular ama eşit yurttaş olamadılar. Irk ayırımı hep devam etti...
1960’lı yıllarda verilen sivil haklar mücadelesinde mevzi kazanılmışsa da, ırkçılık ortadan kalkmadı.
Hatta Siyahların görünürlüğünün artması karşısında Beyazlar statü kaybı korkusuyla hınç duygusuna kapıldılar.
George Floyd’un vahşice öldürülmesi, hem Amerika’da hem de bütün dünyada ırkçılığa karşı mücadelede yeni bir sayfanın açılmasına neden oldu.
Irkçılığın insanlık suçu ilan edilerek tarihe gömülmesi için verilen bu mücadele, kuşkusuz, uzun yıllara yayılacak...