Nazen Şansal
Baraka Kültür Merkezi Aktvisti
nazen_sansal@yahoo.com
Hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Çe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.
Bu sözlerin sahibi Kazım Koyuncu, nereden bilecekti ölümün, ince belli bir bardak çayla iki dudak arasında olduğunu… Onu, genç yaşta sevenlerinden ayıracağını, yazılacak nice şarkının melodisiz, şiirlerin ceketsiz kalacağını… Çernobil faciasından yıllar sonra bile, soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya karışan radyasyonun bedenini esir alıp, onu toprağa götüreceğini… “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim” diyordu Kazım. Biraz olsun istiyorsak bu sistemin devrilmesini, Karadeniz’in asi çocuğuna Akdenizli bir isyan borçluyuz şimdi.
Çernobil'i yaratan sözde sosyalizm ile Akkuyu'da ısrar eden neoliberal otoriterizm
Sovyetler Birliği'nde büyük umutlarla başlayıp insanlık tarihinde, eşitlik, özgürlük ve toplumsal adalet adına önemli izler bırakan reel sosyalizm deneyimi, başka pek çok alanda olduğu gibi çevre konusunda da felaketlerle sonuçlandı. Bir yandan sosyalizmin salt bir ekonomik kalkınma modeli olarak algılanması ve sistemin en önemli güvencesini oluşturan insan faktörü ile demokratik katılımcılığın geri planda kalması; diğer yandan teknoloji ve endüstriyel büyümede kapitalist ülkeler ile rekabet edilmesi, bu deneyimi, sosyalizmden çok uzağa düşen bir yere savurup, adeta bürokratik bir sosyalizm karikatürüne dönüştürdü. O zamanın Sovyetler Birliği'ne bağlı Ukrayna'daki Çernobil Nükleer Santrali ve bu santralde yaşanan feci kaza da, işte bu sözde sosyalizmin en kötü mirası olarak ardımızda ve önümüzde duruyor.
Şimdilerdeyse Türkiye'deki neoliberal diktatörlüğün, Mersin Akkuyu'da nükleer santral kurma inadıyla karşı karşıyayız. Suyu, havayı, toprağı, denizi, ormanı, dağı; doğaya ve insanlığa ait ne varsa her şeyi piyasaya mal etme, sermayeye kar etme üzerine kurulu AKP iktidarı, hak, hukuk, mahkeme, tanımadan ilerletiyor bu süreci. Elbette attığı her adımda direnişlerle karşılaşıyor. Ülkemizde olduğu gibi Türkiye'de de nükleer karşıtları dikiliyor karşısına, dayanıyor kapısına... Onların medyası, parası, yasası, uluslararası rant piyasası varsa, bizim de en güçlü silahımız "hakikat"imiz var diyor:
Bugün hala nükleer santralların ortaya çıkardığı ve binlerce yıl kalıcı olan radyoaktif atıklara karşı etkili bir teknolojik önlem bulunamamıştır. Gelişmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğu artık yenilenebilir enerji kaynakları kısıtlı bile olsa elektrik ihtiyaçlarını bu kaynaklardan sağlamak için çalışmalar yapmakta ve bu konuda çok başarılı olmaktadırlar. Günümüzde yapılmakta olan nükleer santralların hemen hemen tamamı gelişmekte olan ülkelerdedir.
Güvenlik maliyetleri nükleer enerjiyi giderek daha pahalı hale getirmektedir.1970'li yıllarda birim KW yatırım maliyeti 1000 dolardan az olan nükleer santralların bugünkü birim KW maliyeti 6000-8000 dolar arasında değişmektedir. Sonuç olarak nükleer santrallar dünyada birim maliyeti en yüksek elektrik üretim tesisleridir. Bu nedenle bütçeleri kısıtlı olan gelişmekte olan ülkeler yüksek sermayeli şirketlere alım garantisi vererek bu santralları yap işlet yoluyla yaptırmakta, bu durum da elektrik fiyatlarının yükselmesine neden olmaktadır. Yani gelişmekte olan ülkeler, hem elektrik ihtiyaçlarını yüksek fiyattan karşılama hem de kaza tehlikesini göze alarak nükleer santral yaptırmaktadırlar.
Akkuyu ve Sinop nükleer santralları için verilen alım garantileri, ucuz enerji iddiasını bizzat yalanlamaktadır. Bugün elektrik üreticilerinin ortalama elektrik satış fiyatı 4-5 sent civarında iken Akkuyu Santralı için 12.35 sent, Sinop Santralı için 10.83 sent (yakıt hariç fiyat) alım garantisi ile yapım anlaşmaları imzalanmıştır.*
Neoliberal otoriterizmin bir yüzü piyasaya göz kırparken diğer yüzü savaştan beslenir. Silahlanma, bu düzenin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Hele ki emperyalizmin kirli savaşlarıyla kana buladığı Ortadoğu'ya bu denli yakınken...
Bir taşla iki kuş mu?
Nükleer santraller, normal çalışmaları esnasında, nükleer silahların hammaddesini üretirler. Bu hammaddenin, dünyadaki santrallerde açıktan veya gizliden nükleer silah yapımında kullanıldığı bilinmkte. Hal böyleyken geçtiğimiz yıl TC Bakanlar Kurulu, “Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliği”nde bir değişiklik yaptı. Henüz ortada bile olmayan nükleer santraller, “özel güvenlik bölgesi” kapsamına alındı ve güvenlik sınırı bir kilometre olarak belirlendi. Bu bölgelere yaklaşmak tamamen yasaklanırken, Yönetmeliğin başka bir maddesi ile hava sahasında, özellikle Türk uyruklu kişilerin uçuş yapması engellendi.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek bir TV programında, gönlünden geçeni şöyle söylemiş: “Şu anda en büyük korkuları ne biliyor musunuz? Ya bu Türkler atom bombası yaparsa, ondan sonra bunlarla baş edilmez. Yapacağız inşallah. Onun için ‘Nükleer santrallara hayır’ diyorlar. İki tanesinin temeli atıldı. Geliyor arkası. Herkes yapmış mı, yapmış. Biz niye yapmayacağız? İsrail yapmış da biz niye yapamayacağız? İsrail oradan atom bombasını atacak, biz böyle elimiz kolumuz bağlı oturacağız. Var mı böyle hayat? Atom bombası bir ülkenin güvencesidir. Benim gönlümden geçen bu.”
O halde git gide pervasızlaşan rejim, kendi halkına göstermediği saygıyı, kendi gibilerle yarattığı uluslararsı hukuka da göstermiyor.
Komşu değil yavruyuz!
Türkiye’nin onayladığı Nükleer Güvenlik Sözleşmesi, bir nükleer tesisin kurulmasından önce, bu tesisin civarında bulunan ve bu tesisten etkilenmesi muhtemel komşu devletlerle müzakere edileceğini ve bu tesisin, o devletin toprakları üzerindeki olası etkilerini değerlendirmesi için komşu devlete bilgi verileceğini öngörmekte. Sınıraşan Çevresel Etki Değerlendirmesi Sözleşmesi’nde de komşu ülkeleri bilgilendirme, müzakere ve katılım ilkeleri yer almakta. Ciddi nitelikte sınıraşan çevresel kirliliğe neden olma yasağı, ihtiyatlılık ilkesi ve işbirliği yükümlülüğü gibi uluslararası çevre hukuku kuralları da TC’nin, Kıbrıs halklarına karşı bazı yükümlülükleri olduğunu gösteriyor. Komşu ülkenin hükümetini ve halkını karar süreçlerine dahil etmeyi gerektiren bu yükümlülükler, "yavru" olarak görüldüğümüzden olsa gerek, uygulanma gereği duyulmuyor.
Ekososyalizm
Bugün şirket çıkarları ile politika ve hukuk arasında çok yakın bir ilişki var. Politikacılarda, patronlar ve şirketler için iyi olacak olanın, tüm toplumun çıkarına olacağı şeklinde yanlış bir anlayış söz konusu. Şirket çıkarlarının ekonomi, politika, medya ve devlet üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, şirketlerin karşı çıktıkları köklü değişimleri yapmak, örneğin karları azaltan, topumsal faydayı sağlayan ekoloji politiklalarını veya enerji politikalarını, bu sistem içinde kalarak hayata geçirmek oldukça zor görünüyor. Ama gerek nükleer gerekse onlarca başka konudaki çevresel/ekolojik krizler, bizleri harekete geçirdiği oranda, bütün mümkünlerin kıyısına götürüyor.
Sovyetler'deki sosyalizm denemesi, radyasyona bulanmış, yenilgiye uğramış ve gerçekleştirilememiş olsa da, sosyalizm kavramı, hala daha şarabımızı vermek için üzüm gibi ezilmeyeceğimiz insanca bir yaşamı temsil ediyor. Hatta başına aldığı "eko" ön eki ile üretimci artıklarından kurtulup, doğayla barışık yeni bir toplum düşüncesiyle yenilenebilir enerji kaynakları düşüncesini birleştiriyor.
İşler, atom reaktörleri, işler,
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken hiç umut yok mu?
umut umut umut,
………………… umut insanda.**
* Türkiye Nükleer Karşıtı Platform'un 26 Nisan 2017 tarihli açıklamasından
** Nazım Hikmet Ran, Umut şiirinden.