Karanlığın Olmadığı Yerde Buluşacağız!

Dilek Karaaziz Şener


Elimizde bir fotoğraf olduğunu varsayarak söze başlayalım. Öncelikle fotoğrafın üzerinde biriken zamanın/yılların ne kadar olabileceği konusunda bir fikir yürütme pratiğine girişiyorsunuz.
- Dün, daha önceki gün, bugünün sabahı ve fakat kesinlikle yarın değil.
- 3 yıl, 5 yıl belki daha fazla…
- 10 yıl, 20 yıl çok daha fazlası belki de…
Sonrasında mekân, kişi ve içerik tahminleri içine giren bellek yoklamalarıyla, düşünce dile düşer: “Hiçbir fotoğraf yalan söylemez!”
Amacım fotoğraf ve anımsattıkları üzerinden bir yazıya dalmak değil, bu hafta. Yıllar önce okuduğum bir kitaptan yola çıkarak, roman kahramanının bir fotoğrafı nasıl imha yoluna gittiğinin satırlarını anımsamaya çalışıyorum. Hatırladıklarım sırasıyla şöyle:
“Bloknotunu dizinin üstüne yerleştirdi; tele-ekrandan olabildiğinde uzaklaşmak için iskemlesini geriye itti. İnsanın yüzündeki her türlü anlatımı silmesi o kadar zor değildi, dahası biraz daha uğraşırsanız nefes alışverişinizi bile denetleyebilirdiniz: Ama kalbinizin atışını denetlemeniz olanaksızdı, üstelik tele-ekran kalp atışlarınızı saptayabilecek kadar duyarlıydı.”
Böylesi bir atmosfer içinde Winston, parmakları arasında tuttuğu fotoğrafı, kâğıtların arasına katıp, üstünü dahi açmaya yeltenmeden bellek deliğine bıraktı. Artık geriye dönüşü olmayan bir yolculuğa başlamıştı fotoğraf ve üzerine gömdüğü belleğe dair ne varsa, çoktan itildiği küçük delikte kül olarak yok olmuştu. Göz açıp kapayıncaya kadar bir fotoğrafın başına gelenler karşısında, çok da düşünülecek veya zaman raptedilecek anı kavramı kalmamıştı. İşte bu kadar kolaydı zamanın donduğu bir yüzeyi sonsuzluğa uğurlamak. Öldükten sonra insan bedeni de yakılmaz mıydı bazı toplumlarda. Acaba nedeni bu muydu? Belek deliğine itilerek beden, geride kalanlar bir şekilde ondan sonsuza dek kurtuluyordu.
Fotoğraf artık var olmayan bir kanıttı. “Sırf bir zamanlar var olduğu için, Parti’nin geçmiş üzerindeki denetimi eskisi kadar güçlü değil miydi yoksa?”
Şüphelerle geçen anlık zamanlarda, Winston’un aklına takılan yeni bir soru: “Ama bugün, fotoğraf yeniden küllerinden doğsa bile kanıt yerine geçmeyebilirdi.”  Geçmişten gelen her şey günbegün değişmiş olsa bile, o an var olan gerçek asla bir daha bilinemeyecekti. Şüphesiz geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu. Değiştirilebiliyordu. Geçmişi çarpıtmanın dolaysız yararları apaçık ortadayken “gerçek” neden hala bilinemiyordu?
Bazen bazı şeylerin “nasılı” anlaşılır ve fakat “nedeni” anlaşılamaz!
***
George Orwell 1948 yılında, 1984 yılını yazmıştı. Kendi zamanından geleceği yazabilmek için yaşamında dünyayı ilgilendiren önemli bir kırılma noktasının etkilerinden yola çıkmıştı. Şüphesiz bu kırılma noktası dünya tarihindeki en büyük yıkımlardan biriydi: II. Dünya Savaşı. İspanyol iç savaşında keskin bir nişancı tarafından kendisi de yaralanan yazarın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabı, totaliter siyasi devlete karşı bir hiciv ve bir bakıma geleceğe Stalinizmin ihbarıdır. Sanatın edebiyat aracılığıyla, gelecekle kurduğu bu bağın temeline “totaliter” sistemin ciddi “tehdit” olarak algılanması gereken anlamları yerleşir: iktidar, baskı, nefret ve zulüm. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört “kaygı ve zulüm” üzerine kurulu bir dünyanın sorusunu bırakır okurun düşüncelerine: “özgürlüğe sahip çıkmanın yolu nedir?”
Sözümona “özgürlüğe” sahip çıkan Parti’nin aslında bir aldatmaca üzerine kurulduğu görülür. Hükümet “nefret ve zülüm” ile anılır ve tanımlanır. Winston Smith Orwell, “Herkes eşit, ama kral daha eşittir!” sözünü hatırlatan bir dünyadan çıkan fütüristik-masaldır. ‘Masal’ kahramanıdır. En sonunda nasılını bildiğini ve fakat nedenini bir türlü kavrayamadıklarını arama özgürlüğü bedeli bedenine yüklenen, her türlü zulümle eklemlenen işkence yöntemleriyle şuurunu kaybetmemek için uğraş veren kahraman(?)…  Daha doğrusu “gerçek” denilenin, kurgu dünyanın içinde ilerlemeye çalışan insan modelidir. Ait olduğu Big Brother’in prangalarını kırmak adına, kendini çevreleyen ikiyüzlülüğün duvarlarını yıkmak için yola çıkar. Paranoya ile sınırlı mevcut sistem içinde sivil özgürlüğün izlerini bulmaya çalışır. Karşıt kavramlar üzerine kurulu düşünce balonlarında yazan her cümlede Winston, yaşadıkları ile düşündükleri arasındaki mücadele içinde bulur kendini… “Sistem” kendine bağlılığını göstermesi için gerekirse akla aykırı olanı bir “doğru” bellemesi için, ciddi bir totaliter ivme uygulamaktadır. Sonuç kitlesel bütünlük için, bireysel özgürlüklerdeki kimliklerin bile sökülüp alınmasına kadar gitmiştir.
Yukarıda bahsi geçen “sivil özgürlükleri” tehdit eden tüm baskıcı davranış ve yaptırımların bugünün dünyasında geçersiz olduğunu söylemek mümkün müdür?
Evet, bir fotoğrafın yüzeyindeki anlık tespitler ani bir kararla bellek deliğinde, külden bir bedene evirilebilir. Fakat “gerçek” şu ki: bir roman, “özgürlüklerinize sahip çıkın!” dürtüsünden çıkan bir cümleyi geleceğe gönderebilir. Nitekim Orwell kendisine yöneltilen “sosyalizm karşıtı” suçlamalarına açık dille şöyle cevap verir: “Sosyalizme veya İngiliz İşçi Partisi'ne bir saldırı kastetmedim. Komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş bozukluklara değindim.”  Baskıcı rejimlere karşı konulmadığı sürece “zafer” onların olacaktır.
Korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatları manipüle edilir. Sistemin gereği bunu en baskıcı yolla uygulamak ve belirlenen kurallar yolunun dışından gitmek isteyenleri cezaya maruz bırakmaktır.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanının distopik dünya betimlemesi, okur olarak beni, merkezine baskı, zulüm, nefret ve kendi kurallarının tek çıkış yolu olduğunu savunan Parti’nin yer aldığı bir fotoğrafla karşı karşıya bırakıyor. Kitabın özellikle işkence sahneleriyle örülü derin acı, şiddet, zulüm içeren sayfalarını okurken insan evrende “gerçek insan” olarak nerede durduğunun sorgulamasına giriyor. Bu sorgulamalarla “dayan Winston, baskı ve zulüm, her zaman olduğu gibi, özgürlüğün öbür yüzüdür yine!” diyerek, avazınızın çıktığı kadar, içinizde düğümlenen, yumruk olup midenize oradan yüreğinize oturan kayayı zerrelerine ayırırcasına haykırıyorsunuz.
Benzer bir “haykırışı” geçen gece yine yaptım. 
***
Ankara Galeri Nev’de 11 Nisan Cuma akşamı açılan ve temel esinini George Orwell’in 1984 başlıklı romanından alan sergi, dışarıdaki distopik dünyadan kimi anları veya izleri bir araya getiriyor. Böylece izleyiciyi, son zamanlarda yaşananlar karşısında nadasa bırakılan “ütopik değerler”i de yeniden fark etmeye, anımsamaya davet ediyor.
Belleğimize yerleşen baskıcı sistemin görüntü bombardımanları yeniden küllerinden diriliyor. “Özgür birey” olabilmek için mücadele veren yitirilen isimler hala daha belleklerde diriliğini ve tazeliğini korurken, sanatçıların bir araya gelerek bir galeri mekânına bıraktıkları her işten İkarus’un yeniden doğduğunu söyleyebilirim. Söz konusu sergiden etkilendiğimi ve ciddi olarak “ütopyalar”ın bir kez daha güzel olabileceğini duyumsadım. Ütopik değerlerimizi anımsatan serginin içindeki her bir yapıtın ayrı okumalarda tek bir yol haritasına kenetlendiğini de hemen vurgulayalım: “Özgürlük güzeldir!”
George Orwell’den esinle gerçekleştirilen 1984/Bir Gece adlı sergi, geleceğe dair özgürlük için “her şeyin mümkün olabileceği” söylemini getirmektedir.
Bu mümkünlük içinde sanatçıların da tıpkı Orwell gibi geleceğe gönderecekleri mesajları vardır. İletilmek istenenlerin içinde politik, kültürel, savaş gibi yıkımların boşalttığı değerler ve kent içindeki dönüşüm erozyonları başta gelir. Otuz sanatçının farklı teknik ve biçemlerdeki işlerini toplayıp bugünün temel sorunlarına odaklanacak bir kolaj-fotoğraf ortaya koymak mümkündür.
Şimdi sorular:
• Elinizde tuttuğunuz bu fotoğrafı, bellek deliğine bırakıp yok etmek ister misiniz?
• Yoksa fotoğrafa cesaretle bakıp “olup bitenin” nedenini anlamak “deliliğini” anlamak mı istersiniz?
Tercih sizin!
Belki de, “deli” dediklerimiz tek kişilik bir azınlıktı.
Geçmişi değiştiremesek bile, geleceği değiştirmek elimizde!