Karanlığın Ucunda Işık Var

Evlenen kızların birçoğunun başının yerde eğik gezmesinin, gözlerindeki ışığın yavaş yavaş sönmesinin nedenini anlamaya başladım

 

 

Koral Özkoraltay

 

Ata bile bindirmeden, basit bir düğünle evlendirildiğimde, köydeki gösterişli düğünlerden birinin de benim için neden yapılmadığına çok içerlemiştim. Geçmiş yıllarda kasabadan gelen bir çocuğun elinde görüp güzelliğine bakakaldığım o süslü bebeklere benzediğim için sevinememiştim bile gelinliğimi giyince. Oysa günlerce gelinlik giyip süslü bebeklere benzeyeceğim için ne kadar da heyecanlanmıştım. 12 yaşın getirdiği güzelleşme hevesi, dünyanın gerçeklerini bilmemenin getirdiği masumiyetle karışınca, evliliği sadece süslü gelinlikle bütünleştirmiştim kafamda. Bugünün yıldızı ben olacaktım ve herkes benim güzelliğimi konuşacaktı.

Günler sonra ise,  hayatımın devamını geçireceğim evin kapısından çıkma isteğini kendimde bulup yüzümü güneşe doğru kaldırınca, karanlığın ucunda ışığın olacağını hatırlamam gerektiğini düşündüm ve eskiden dikkat etmediğim ayrıntılar gözümün önünden yavaş yavaş geçmeye başladı. Evlenen kızların birçoğunun başının yerde eğik gezmesinin, gözlerindeki ışığın yavaş yavaş sönmesinin nedenini anlamaya başladım. Erkeğe bakışım artık babamın sert duruşu ya da abilerimin emir veren sesleri olarak değil, gece yatağa yattığımda uyku yerine,  bir kâbusun başrolündeki kocam denilen adamın şoktan sarsılan vücuduma durmadan yaptıkları ve bunun şiddetinden ağlayışıma aldırmadan keyifle uykuya geçebilmesi olarak ciddi bir değişim geçirdi. Güneşin batmasıyla dünyamın da karardığını hissedip ağlamamak için kendimi zorlayarak yatak odasına giderdim ilk zamanlar durumu kabullenene kadar. Evin en korktuğum odası oldu yatak odası. Bunu kiminle konuşup nasıl anlatılacağını bile bilemeden sessizce başıma geleni kabullendim. Düğün öncesi söylenen nasihatler demek ki bunun içinmiş. Uysal olmak, yatağa yıkanıp gitmek demek ki bunun içinmiş. Oysa ben yatağa gitmeden önce değil, sonrasında yataktan çıkıp koşarak yıkanmaya ve temizlenip vücudumu kızarana kadar ovarak izleri üzerimden atmaya ihtiyaç duyuyordum. Dayanılmazı nasıl dayanılır kılmak lazımdı? Bunun cevabını bulup geçirebilecek miydim ömrümü? …  ”

Bu duyguları içtenlikle anlatan kişi, çocuklarında yaşam ışığını tekrar yakalayıp hayata tutunmuş ve çocuk yaşta yaptırılan evliliklerin sarsıcı yanlarını, hikâyelerini söze dökebilen etrafımda karşılaştığım az sayıda yaşlı kadından biriydi. Düğününü anlatmaya başlayan yaşlı kadınların hikâyesine dikkat ederseniz eğer, hele de çocuk yaşta evlendirilenlerin hikâyesine; düğün öncesini ballandıra ballandıra anlatırken, hamamını, cehizini, giydiği kıyafeti taktığı gelin tacını en ince ayrıntısına kadar anlatırken, kocasıyla sonrasında yaşadıklarını, en yakını bile olsanız kesinlikle duyamazsınız ağzından. Utandığından, tabu olduğundan, ya da anlatılması ayıp olduğundan değil, çoğunlukla yaşadıklarını hafızasından silmek istediğindendir. Yok sayıp olmadığını düşünerek, yaşadığı şiddeti derinlere atmaya çalıştığındandır.

Uzun yıllar aile düğünlerinde kız çocuklarının küçük gelin olup süslü kıyafetlerle salonda dolaşmasını çok hoş bir görüntü olarak düşünmüştüm. Ancak yakınımdaki yaşlı kadınlardan, özellikle birinin “küçük gelin” dediğini hiç duymadığımı yeni yeni farkediyorum. “Çiçek Kız” diye çağırıp öyle severdi düğündeki çocukları. Hoşuma giden bir sıfat olmasına rağmen, altında yatanı öğrenince hissettiğim acı can yakıcıydı. Etrafımdaki insanlar, geçmişte yaşadıklarının izlerini günlük hayattaki tavırlarıyla istemeden de olsa su yüzüne çıkarıyorlar. Ancak baskılanmış olanı dile getirememenin ağırlığı ile avazının çıktığı kadar bağırıp içinde yıllanmış öfkeyi dışa vurmak yerine, sessizliğin ağırlığında ezilen, geçmişini anlatmaktan imtina ederek, geleneklerin devamlılığı için çalışan, yeni nesle toplumun uyumlu fertleri olmanın yolunun geleneklere uymaktan geçtiğini anlatan en büyük savunucular olmaya devam ediyorlar.

 “Kocana karşı güler yüzlü olacaksın, uysal olacaksın, hürmetli olacaksın, hep temiz olup her gece yatağa yıkanıp gireceksin…” gibi uyarılar, çocuk yaştaki kızları ne erkeğin yatağına hazırlayabilir, ne de yaşayacakları travmadan onları kurtarabilir. Kocası uzun yıllar önce ölmüş bir kadının, 80 yaşını geçmiş gözlerinde, anlatamadığı acıları, bakmasını bilen herkes görebilir. Geceleri uykusundan çığlıklar atarak uyanmasının nedenini kimseye anlatamasa da, çift kişilik yatakta yatmayı reddedişi, tek kişilik yatağın güvenliğine sığınıp huzur arayışı, aslında çok şeylerin ifadesi gibidir. Ancak ne acıdır ki, böyle bir gelenek ve düzen içerisinde ezilip parçalandıkları halde, bu yaşlı kadınların ciddi bir oranı, aynı kalıpları ailelerindeki kız çocuklarına da aktarmaya devam ediyorlar. Erkekten bir adım arkada durmak, bir tık aşağıda olmak, sesinin yumuşak olması gibi klasikleşmiş uyarılarla kız çocuklarının erkeğe hizmette kusur etmemesinin en önemli konu olduğunu düşünüyorlar. Ancak geleneklere bağlı kalıp uyumlu olma tablosuna aykırı bir şekilde, “Hayata bir daha gelsen evlenir misin ?” sorusuna, hiç tereddütsüz, bir an bile düşünmeden “Hayır” cevabını veriyorlar. Ve bu cevap, yüksek sesle hem de oldukça sert bir şekilde oluyor.

Bu tepkinin altında yatan acıların tüm ayrıntılarını belki de hiç öğrenemeyeceğiz. Her insanın yaşadığı hayat, anlatmadıklarıyla son bulup bilinmezde kaybolacak. “Gelenek” denilen kalıpların tabutunda son bulacak.

50 yıl önceki sözleri bugün de duyuyorsak, geleneklerin toplumlar üzerindeki gücündendir bu. Doğal bir kabulleniş ile “en doğrusu” olarak uygulanan gelenekler, toplumdan topluma değişse de, belli noktalarda benzerlik gösteriyor ve aynı yaptırıcı güce sahip olarak bugüne kadar devamlılığı istikrarlı şekilde sürdürüyor. Sorgulamadan, büyüklerin dediğini uygulama, alınan karara tam teslimiyet içinde uyma zorunluluğu, bir saygı işareti olarak öğretiliyor ve itiraz eden, sorgulayan kadın, “dik kafalı ve saygısız” olarak görülüp ya dışlanıyor ya da cezalandırılıyor. Küçük yaştan beri kız çocuklarına, ailenin büyük kadınları tarafından verilen sözlü eğitimde, adet ve gelenekler çerçevesinde erkeğin sözünden çıkmamak, büyüklere saygılı olmak, bir karar verilirken, kendisiyle ilgili bile olsa, erkeğin verdiği kararın esas olduğunu kabullenmek gibi “kendini erkeğe adama eğitimi” de denilebilecek bir süreç içerisinde büyüyen kız çocukları, bırakın sorgulamayı, sorgulayabilecek gücü ve cesareti bile kalmayan bir neslin fertleri olarak yetiştirilmek isteniyor. Hatta sorgulayabileceğinin farkında bile olmadan, kabullenilmiş bir teslimiyet içinde erkek egemen hayatın getirdiği acıları karşılamaları için sözlü eğitimle kalıplara sokulmaya çalışılıyorlar.

“Bu yüzüğü parmağına taktıktan sonra, ömrün boyunca bir daha çıkaramazsın” diyerek, evlenecek kızın geri dönüşü olmayan bir yola girdiği ona iyice vurgulanıyor. Ailenin “büyükleri” tarafında baskı ve uyarı dolu bu tür cümleler, “Başına geleni sessiz bir kabullenişle yaşayacaksın!” anlamındadır. Dünyanın birçok yerinde, farklı kültürlerde, çocuk yaşta yaptırılan evlilikler de, kız çocuklarının maruz kaldığı şiddet de ortak bir gerçeklik olarak çıkıyor önümüze. Ergenliğe girmeye yeni başlamış, vücudu gelişimini tamamlamadan, çok ciddi bir şiddete ve değişime maruz kalan kız çocuklarının, ne fiziksel, ne de psikolojik durumu toplumun bir kesimi tarafından görmezden geliniyor. Benzer travmaları yaşamış birçok kadın “Bunu ancak yaşayan anlayabilir” dese bile, üzülerek görüyoruz ki, gelenekleri çocuklarına öğretip bu kurallardan çıkmamalarını sıkı sıkıya tembihleyen yine bu kadınlar oluyorlar.

“Çocuk gelin” olarak günümüzde hala yaşanan, yaşanmaya devam eden, düşündükçe akıl sağlığını zorlayan bu gerçekliği destekleyen toplumsal gelenekler nasıl olur da yüzlerce yıldır değişmez, sarsılmaz, sorgulanmaz? Ne fakirlik, ne evdeki nüfusun fazlalığı, ne de güvende olma ihtiyacı, bir kız çocuğunun babası yaşında bir erkekle evlendirilmesine gerekçe olamaz. Hindistan’da, ülkedeki tecavüz vakaları durdurulamadığı için, ailelerin kendi akıllarınca kız çocuklarını güvende tutabilmek amacıyla evlendirip, saldırıdan korudukları gerçeği, sadece tecavüzün çocuk yaştaki bir kıza resmi imzalı biri tarafından uygulanmasına bir gerekçedir ve bu yaşanan şiddetin cezasının da olmayacağı gerçeğini vurguluyor cinstendir. Ne buna izin veren aileler, ne de evlenen erkeğin düşünce yapısı, gece yatağa giren çocuğun yaşadıklarını anlayabilecek düzeyde olmadığı için, bu olaylar gerçekleşmeye devam ediyor. Ve geleneklerin koruyucu kabukları altında, sürdürülerek yaşatılıyor.

Türkiye, Libya, Hindistan... Coğrafi konumu, ülkesi dili farketmeyen bir kısırdöngü durumu bu. Kız çocuklarının, en yakınlarındaki akrabaları tarafından yaşamaya maruz bırakıldığı resmileştirilmiş bir şiddet durumu bu. Geleneklere karşı gelmemek, kız çocuğunun vücuduna yaşatılan travmadan şiddetten daha mı önemli? Sorgulanmayacak bir tabu gibi yıkılmadan korunan değerli ilkelerin altında yatan şiddeti görüp, bunu değiştirecek bir bakış gerek artık. Yaşanan hayatların taşıdığı acıları düşünüp, sebebini korkusuzca sorgulayabilmek gerek artık. Cesaret ve açık yüreklilikle kalıplardan çıkabilmeli, gelenekleri sorgulayabilmeli ve kız çocuklarına çiçek kız demenin tek sebebinin elleri çiçeklerle dolu olarak oyun oynamaları olmasını sağlayabilmeliyiz.

Dergiler Haberleri