‘Susmayacağız’ yazılı pankartın altında ‘dal’ gibi gençlerdik.
Alkışlarla yürüdük...
Sonra seneler geçti...
Yeri geldi çok sustuk, içimize oturdu...
Sanki bir ‘gösteri’nin rolleri dağıtılmış aktörleriydik...
Ne zaman ki ‘ezber’in dışına çıktık, mutlaka bastı birileri burnumuza...
Yazmanın yetmediği günler oldu.
Ve ‘bukalemun’ bahçesinde, renkten renge girenlerle büyüdük...
***
‘Karanlık oda’lar tarih olurken meslekte, gözümüze çekilen sancılı siyahları yırtmak için didindik, durduk...
Her akşam ‘yoğurt’ verirlerdi bize...
Film banyosunda soluduğumuz zehri kusalım diye...
Ve dudaklarımızın ucundaki sigaranın ışığı, nice ‘ölümsüz’ anın ilk gölgelerini vururdu yüzümüze...
Adalı’nın yere uzanmış cansız bedenini siyah beyazın negatifinde gördüm...
Kırmızı ışıkta yansıttım beyaz kartona karanlık ellerin kirli yüreklerini...
***
Hep avunduk ‘okumadın mı, bak yazdık işte’...
Oysa bir gazetecinin ‘yazdıkları’ değil ki mesele...
‘Sustuklarıdır’ asıl...
Kendimizi kandırdık durduk.
***
Bugün ‘Basın Günü...’
Onca demecin ardında nasıl bir ‘iki yüzlülük’ yattığını, bilen bilir...
Çoğu ‘kendine’ demokrat suretlerde...
***
Bir gün ‘komutana gideceğiz’ demişti patron, ‘iyi giyininiz...’
İnsan boynu çok da alışık olmayınca bir ‘bağ’a, o kadar ağır gelir ki kravat...
- “Siz gazetecisiniz, işimizi profesyonelce yapıyoruz diyorsunuz, öyle mi?” demişti...
Önümüzde ağır bir demli çay...
Ve devam etmişti...
- “Ben de iyi bir profesyonelim, ona göre.”
***
‘Karanlık Oda’ büyülü bir yerdi!..
Öpüşebilirdiniz mesela...
Çünkü ‘içeri dalmazdı’ kimse...
Filmler yanardı biri gelirse.
***
‘Digital’ çağda karanlık odalar bitti...
Yine de ‘aydınlanmadı’ dünya...
Bu uyduruk düzende Ayhan Hikmetler, Muzaffer Gürkanlar, Kutlu Adalılar yandı...
Bir de Fazıl Önder...
Ve şiirlerde kaldı soru, ‘nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ ...