Karantina okumalarında bugün akademisyen Umut Bozkurt'un öneri ve değerlendirmelerine yer veriyoruz.
DAÜ'de siyaset bilimi alanında çalışmalar yürüten Umut Bozkut, akademinin toplumsal adaletsizlikler karşısında taraf olması gerektiğini ifade etmekte.
“Yeni Sağın yükselişe geçmesiyle sosyal bilimlerde rekabete dayalı bir bireycilik anlayışının kutsandığını gözlemliyorum. Akademinin toplumsal adaletsizlikler karşısında taraf olması gerektiğini düşünüyorum.”
Bozkurt için kütüphane bir anılar albümü gibi. “Kimi kitapların sadece kapağına bakmak bile beni birden bire yıllar öncesine götürüyor.”
“Kitabı okuduğum zaman nerede yaşadığımı, hayatımın nasıl bir döneminden geçtiğimi hatta o kitabın bana düşündürdüklerini ve hissettirdiklerini hatırlarım. Bir anlamda kütüphanem benim hayatımdaki anılar albümü gibidir”
Kendisini sadece akademik okumalarla sınırlamayan Bozkurt, edebiyata ama özellikle romana büyük bir ilgi duyduğunu paylaşmakta. Ona göre, roman okumayan akademisyenlerin yazdıkları biraz kuru. Bozkurt: “Türkçenin ne güzel bir dil olduğunu ben romanlardan öğrendim. Bazı romanları okuduktan sonra gerçekten hayata bakışım topyekûn değişmiştir”
“Türkçenin ne güzel bir dil olduğunu ben romanlardan öğrendim”
Umut Bozkurt
Akademisyen, DAÜ
Kitaplarla çocukluğumdan beri çok haşır neşirim. Kütüphanesindeki kitapları öylece bağışlayabilen insanlar vardır. Ben o insanlardan biri değilim. Kimi kitapların sadece kapağına bakmak bile beni birden bire yıllar öncesine götürüyor. Kitabı okuduğum zaman nerede yaşadığımı, hayatımın nasıl bir döneminden geçtiğimi hatta o kitabın bana düşündürdüklerini ve hissettirdiklerini hatırlarım. Bir anlamda kütüphanem benim hayatımdaki anılar albümü gibidir. Eskiden, daha gençken, bu kitapların bütününden oluştuğumu düşünürdüm. Ama tabii yaş aldıkça hayatın sadece yazılı metinlerden oluşmadığını, yazılanlar kadar asla yazılmayan ve söylenmeyen onca şeyin toplamından oluştuğunu da anlıyor insan.
Sosyal bilimler alanında çalışan bir akademisyenim. Siyaset Bilimi ve Uluslarararası İlişkiler alanında egemen olan Anglo-Amerikan geleneğine içkin bazı sorunlar olduğunu görüyorum. Kapitalizmin kıran kırana rekabet ortamının Anglo-Amerikan akademiyasını da belirlediğini ve 1980lerden sonra Yeni Sağın yükselişe geçmesiyle sosyal bilimlerde rekabete dayalı bir bireycilik anlayışının kutsandığını gözlemliyorum. Akademinin toplumsal adaletsizlikler karşısında taraf olması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bir akademisyenin ders verirken, araştırma yaparken, kamusal alanda sözünü söylerken, anaakıma bir cephe açmasının ve daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir dünyanın oluşturulması için çabalamasının önemli olduğu kanaatindeyim. Bunun için de insanlık tarihinin şiddet üzerine kurulmuş tarihinin ve sosyal bilimlerde belli kesimlerin sessizleştirildiğinin, marjinalleştirildiğinin görünür kılınması gerekiyor. Son dönemde bu konularla ilgili birçok şey okudum. Aşağıdaki kitaplardan bazıları da bu konuyla ilgili.
Eskiden beri edebiyata büyük bir ilgi duydum. Roman okumayan akademisyenlerin yazdıklarını biraz kuru bulurum. Türkçenin ne güzel bir dil olduğunu ben romanlardan öğrendim. Bazı romanları okuduktan sonra gerçekten hayata bakışım topyekûn değişmiştir.
Sizlerle paylaşacağım bu beş kitabın bazılarını son dönemlerde okudum ve çok şey öğrendim, bazılarını ise yıllar önce okumama rağmen etkilerinden kurtulamadım.
Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi
Barış için Akademisyenler’in yarattığı fırtınadan sonra Freire’nin eleştirel pedagojisi üzerine yazdıklarını okumak ve bu konuda hayli düşünmek fırsatı buldum. Freire, Ezilenlerin Pedagojisi kitabında, eğitimin egemen ideolojiyi yeniden üreterek toplumdaki eşitsizlik ve sömürüyü normalleştirdiğini anlatır. Ancak Freire’ye göre eğitim, egemen ideolojiye direnmenin imkanlarını da içinde taşır. Freire burada özgürlüğe inanan eğitimcinin rolüne özel bir vurgu yapar. Freire’ye göre dünyayı dönüştüren praksis, hem aktivizmden hem de derin düşünceden oluşur. Sadece okulda verilen özgürlükçü eğitimle dünyayı değiştirmek mümkün olmadığı gibi, kuramla desteklenmeyen bir aktivizm de bu amaca hizmet etmeyecektir.
Nelson Mandela, Özgürlüğe Giden Uzun Yol
2011’de Güney Afrika’ya gitmiştim. Oradayken Nelson Mandela’nın Roben adasında onsekiz yılını geçirdiği hapishaneyi ve sonra müzeye dönüştürülen onyedinci yüzyıldan kalma kölelerin kapatıldığı yatı evini ziyaret ettim. Bu seyahat çok ufuk açıcı, dönüştürücü bir deneyim oldu. Kıbrıs’a döndüğümde sıcak bir Ağustos’ta sadece yemek yemek için kitabın başından kalkarak koca kitabı iki günde bitirdiğimi hatırlıyorum. Kitap, Mandela’nın çocukluğundan başlayarak onun yaşam hikayesini ve tabii ki Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına karşı Afrika Ulusal Konseyi aracılığıyla sürdürdüğü mücadeleyi anlatıyor.
Necmi Erdoğan (editor), Yoksulluk Halleri
Bu kapsamlı kitap, yoksulluğu yoksulların kendi anlatılarından okumaya çalışan bir yöntem izliyor ve yoksul olan kişilerle yapılan mülakatlara dayanıyor. Kitapta, Türkiye’deki kent yoksulları içinde yaşadıkları toplumsal varoluş koşullarını, tahakküm ve sömürü ilişkilerini, marjinalleştirme ve dışlanma süreçlerini nasıl anlamlandırıyorlar ve siyasal söylemlerle nasıl bir ilişki kuruyorlar gibi sorulara yanıtlar aranıyor. Maduniyet Çalışmalarına (Subaltern Studies) ilgi duyanların mutlaka okuması gereken kitaplardan.
Haruki Murakami, Uyku
Son dönemde okumak fırsatını bulduğum Murakami’nin Uyku adlı kitabı uykuları çalınmış bir kadının hikayesini anlatıyor. Günler ve geceler boyunca uyuyamayan, artık uykunun nasıl bir şey olduğunu bile anımsayamayan ana karakter, kocası ve çocuğuyla görünüşte huzurlu bir hayat sürdürüyor. Ama her günün birbirini tekrarladığı, belli rutinler ve sorumluluklarla belirlenen bu tekdüze hayat bir gün gözüne uyku girmemesiyle sarsılıyor. Böylece ana karakterimiz, sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmeye devam etmesinden ötürü ondaki değişikliği farketmeyen kocası ve çocuğuna sezdirmeden gizli bir hayat yaşamaya başlıyor. Kocasının, çocuğunun ve tüm şehrin uyuduğu gecelerde tek başına şehirde dolaşıyor mesela. Evlendiğinden beri yapmadığı şeyleri yapmaya başlıyor: Anna Karenina’yı defalarca okuyor, eşi sevmediği için yemediği çikolatayı bir çocuk sevinciyle tek başına yiyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur.
Huzur romanı, okuduğum en güzel aşk romanlarından biri olabilir. Huzur, bir tarafta Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkını anlatırken, arka planda Doğu-Batı çatışmasına yer veriyor. Şöyle cümleler geçiyor romanda: “bu mahur beste insanın tenine bir çığlık gibi yapışıyor" ve "Wagner'i, Debussy'i dinleyip mahur beste'yi yaşamak, işte bizim talihimiz bu". Huzurdan çok erken Cumhuriyet döneminde Doğu-Batı arasında sıkışmış aydınların huzursuzluğunu yansıtan bu romanı sadece içerik açısından değil, Türkçe’nin imkanlarını ve zenginliğini yansıtması açısından da çok sevdiğimi eklemeden edemeyeceğim.