OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR...
Bir okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:
*** Leymosun’da karma bir aileden gelen en samimi arkadaşımın 1974 sonrası kuzeye göç etmesine bazı çok ünlü Kıbrıslıtürk yetkililer tarafından izin verilmemişti...
*** Bu samimi arkadaşımın annesi Kıbrıslıtürk, babası Kıbrıslırum’du... Aynı okula gittiydik... 1974’te savaştan sonra o da bizlerle birlikte kuzeye göç etmek istemiş fakat o dönem Leymosun’da bazı çok ünlü Kıbrıslıtürk yetkililer tarafından kendisine kuzeye göç etme izni verilmediydi...
*** Çok ünlü bir yetkili, “Sen Türk değilsin, sen Rumsun, ne işin var senin kuzeyde? Otur oturduğun yerde” diyerek onun kuzeye bizlerle birlikte göç etmesine izin vermemişti.
*** Bu samimi arkadaşım çaresiz Leymosun’da kalmıştı... Zaman içerisinde evlenip, iki çocuk etmişti... Biz hiçbir zaman temasımızı yitirmedik... Ben Leymosun’dan sonra kuzeye geçmiş, sonra da Londra’ya yerleşmiştim. Londra’ya yerleştikten sonra onu arayıp buldum ve temasımızı sürdürdük...
*** Bu samimi arkadaşımın iki çocuğundan birisi okulda verilen milliyetçi eğitim nedeniyle Türkleri düşman belleyen bir kafa yapısına sahip olarak yetişmeye başlamıştı... Bir gün eline bir tahta almış ve bahçede dolaşarak “Türkler’e ölüm! Türkler’e ölüm” diye slogan atıyormuş. Arkadaşım ona müdahale ederek, “Hade bakayım!” demiş, durup kendisinin bir Kıbrıslıtürk olduğunu izah etmiş çocuğa... Arkadaşımın ikinci çocuğu böyle bir tavır içine girmedi hiçbir zaman ama çocuklarından birisi işte böyle “Türk düşmanı” bir kafa yapısına sahipti – arkadaşım ona müdahale ederek onu yatıştırmaya, ona gerçekleri göstermeye çalıştı...
*** Barikatlar açıldıktan sonra arkadaşımla yüzyüze da görüştük ve bana hayatını anlattı. Evlendiği adam Arap kökenliydi ve bir gerekçeyle tutuklanmıştı – kısacası hayatı hiç da beklediği gibi olmadı... İki çocukla kaldı Leymosun’da... Ve hep şunu düşünürüm: Eğer Leymosun’daki Kıbrıslıtürk yetkililer bu arkadaşıma “Ne işin var senin orda? Sen Rumsun!” demeseydi ve bizimle birlikte kuzeye geçmesine izin verilmiş olsaydı, bu arkadaşımın hayatı belki de çok farklı olacaktı...
BİR FİLM...
“Hristo’nun seçimi...”
Murat Türker
Işıklar sönüyor, zifirî karanlık çöküyor...
Kış burada ölüm gibi...
Son kalanlar da giderse adamız ölür...
Başına bir şey gelse zaten ölürsün...
Bir dini yortu için hazırladıkları rengarenk çiçek buketleriyle kiliseyi süslemeye girişmiş kadınlar dertleşmektedir.
Okumaya devam etmek istemiyor, keçilerle alakadar olmak istiyor...
Babasından ne gördüyse o...
Ebeveynler onlara karşı yükümlülüklerimiz olduğunu düşünerek bizi dünyaya getirmişler...
Abileri burada evlenecek kadın bulabilecek mi?
Hangi kadın buraya gelip burada yaşamak ister ki?
Ancak kadının da çoban olması gerekir...
Yazık, çok yazık!
Mesele Ege denizinin ortasında, mahrumiyet bölgesi gibi bir adacıkta, ilkokulu bitirerek daha büyük bir adada orta eğitimini sürdürüp sürdürmeyeceği belirsiz olan 10 yaşındaki Hristo'nun kaderi.
Öğretmeni Maria'nın dileği, saflık timsali olduğu kadar başarılı olma ihtimali de bulunan yapayalnız öğrencisinin zincirlerini kırıp daha geniş bir dünyaya yelken açması. Fakat ataerkil bir düzende geleneksel klişeleri yıkmak, ailesi için olduğu kadar dünyalar tatlısı Hristo için de zordur...
Yönetmenliğini Giulia Amati'nin üstlendiği Hristos, Son Çocuk (Kristos, the Last Child) adlı belgesel seyirciyi adeta zaman tüneline sokup pastoral bir masal dünyasına sürüklüyor. Filmin senaryosuna ve prodüksiyonuna da katkıda bulunmuş olan Amati, kahramanının yalnızlığını bize incelikle aktarırken asırlardır süregelmekte olan bir yaşam tarzının bitme ihtimalini de layıkıyla hissettiriyor.
Venedik Film Festivali 19. Giornate degli Autori kapsamında seyirciyle buluşan, 2022 İtalya-Fransa-Yunanistan ortak yapımı şirin belgesel 90 dakika boyunca kahramanıyla empati kuranları bilhassa tesiri altına aldığı gibi akabinde filmin dünyasına dahil olma duygusunu uzun süre korumamızı sağlıyor.
Adada yaşam
Çocukluğunda babasının yelkenlisiyle geldiği Oniki Adalar arasındaki Arki/Nergiscik adasına –filmini ithaf ettiği– babasının vefatından sonra tekrar dönen yönetmen Amati, adada okula devam eden tek çocuk Hristo'yla özdeşleşip son eğitim senesini kaydetmeye girişmiş.
Saflığı kocaman gözlerine yansıyan, endişeli bir yüz ifadesine sahip sessiz Hristo'yu keçilerle ilgilenirken veya tek başına balık tutarken izliyoruz. Aslında çekingen ve gayet hassas olan kahramanımızın gevenlerin arasındaki bir patikadan yokuş aşağı inerken, neşeyle bir şarkı mırıldanmasına da şahit oluyoruz.
Bazen bir incir ağacının altında, eski bir taş duvarın üstüne oturarak ders çalışıyor, bazen en yakın dostları olan köpeklerini (ne yazık ki endüstriyel mamayla) besliyor; hayvanların sütünü sağdığı gibi kuzuların biberonla büyümelerine katkıda bulunuyor.
Adanın erkekleri zaten genellikle hayvancılık ve balıkçılıkla meşguller. Süt lor peynirine dönüştürülüyor, keçiler ve koyunlar zamanı geldiğinde daha büyük adaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere gemiye bindirilip yollanıyor.
Kameralara yansıdığı kadarıyla ahtapot ağlardan (yine ne yazık ki) en çok çıkan mahsul olarak sert yüzeylere çarpılıp kıvama getiriliyor, ağlar sık sık tamir edilip –gittikçe çoraklaşan– denize atılmaya hazır hale getiriliyor. Kadınlar genellikle ev işleriyle iştigal ediyorlar ve gayet dramatik çehrelere sahipler.
Hristo'ya büyük ihtimam gösteren öğretmeni Maria öğrencisinin ufkunu genişletmek için elinden geleni yapıyor, matematikte veya kompozisyon yazmada gösterdiği başarıyı tarihte de göstermesini arzuluyor. Antik Yunan ve Bizans konulu dersi dikkatle dinlemediği ortaya çıkınca azıcık da olsa azarlanan Hristo fazlasıyla kırılgan yüzünü bizden saklamıyor, daima dikkatle ve hayranlıkla izlediği büyüklerine saygıda kusur ettiği için üzüntüye boğuluyor.
Öğretmeni Maria adanın bitki örtüsünü kendisinden çok daha iyi tanıyan Hristo'nun eğitimine devam ederek botanikçi veya ziraatçi olabileceğini söylüyor; abileri dahil, nesillerdir sürdürülen ailedeki çobanlık geleneğinden sıyrılmasını diliyor.
Neşeli öğretmeni bu arada sevgili Hristo'suna lokma kızartmayı öğrettiği gibi onun sahne performansları aracılığıyla çekingenliğini yenmesi için de uğraş veriyor. Üç beş kişilik bir seyirci kitlesi karşısında Zambeta'ya ait O mathitis (Ο μαθητής/Öğrenci) şarkısını bir parodi şeklinde beraberce seslendiriyorlar, siyasi yönüyle öne çıkmış Savvopoulos'un San ton karagiozi (Σαν το καραγκιόζη/Karagöz gibi) eserini (çocukcağız biraz detone olsa da) öğrencisine yorumlatıyor.
Fakat vaziyetin epeyce gülünç ve aynı zamanda sevimli hale geldiği anlar, herkesin millî hassasiyetlerle dolduğu, adanın düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü töreninde kocaman bir bayrak direğini taşıyan Hristo ile öğretmeni Maria'dan oluşan resmigeçit ve akabinde sesini ilk defa yükselttiğini duyduğumuz Hristo'nun okuduğu vatanseverlik dolu şiirin havada yankılanması.
Oysa film boyunca, Vikipedi'ye göre Türkiye tarafından Ege'deki Gri Bölgeler olarak tanımlanan, egemenliği tartışmalı adalardan biri olan Nergiscik'te, Yunanistan bayrağının sefil hallerine şahit oluyoruz. Memlekette milliyetçiliğin aslında pek de kale alınmadığının göstergesi halinde, mavi ve beyaz renkli şeritlerin dikiş yerleri sökülmüş, adeta tiftik tiftik olmuş bayrak komşuda oldum olası bir klasik. Ayrıca şiddetli rüzgârdan yıpranıp dikdörtgen formunu yitirmiş, bayrak kanununa göre olması gerektiğinin yarısı kadar, kare bir bayrak da görüyoruz.
Zaten sıcacık hislerle içimizi dolduran Hristo'nun istikbali dışında bizi pek bir şey aslında o kadar da ilgilendirmiyor. Onun akranlarıyla vakit geçirmesi, kabiliyetlerini geliştirmesi, ufkunu genişletmesi belki saflığını yitirmesine sebep olacaktır, ama diğer seçenek onu ne kadar geliştirecektir?
Alice Rohrwacher'in Lazzaro Felice (Mutlu Lazzaro) filmindeki naiflik yoğunluğunu bize belgesel gerçekliğinde sunan yönetmen Amati, Nergiscik/Arki gibi adalardaki sessiz, yavaş ve huzurlu yaşamın, geleneksel topluluk ve üretim şekillerinin korunması gerektiğini, aynı zamanda günümüz şartlarıyla harmanlanarak geleceğe aktarılmasının elzem olduğunu hissettiriyor, helal olsun!
(BİANET.ORG – Murat TÜRKER – 17.9.2022)
GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA YAZILAR...
“İzmir yangını ve boyoz: Biraz tatlı, biraz tuzlu bir geçmişin simgesi...”
“İzmir Yangını'nın ardından mahalleleri yanan Ermeniler, Rumlar, kendini güvende hissedemeyen diğer azınlıklar bir bir İzmir'i terk ediyor. Bize kalan ne oldu dersek; çokça anı, kullanmaktan vazgeçemediğimiz sözcükler ve yemekten usanmadığımız boyoz...”
Ece Deniz
İzmir'e gidince kesin boyoz yerim. İzmir deyince aklıma boyoz gelir. Hatta yediğimde iki tane peş peşe yerim.
Turizm diliyle konuşursak simgesel lezzet, kültürel miras. Boyozun da bir geçmişi var. İzmir'den önce İzmir'den sonra diye ayrılan. Ya da "Bollos" mu demeliyim? İşte boyozun tatlı, belki tuzlu ve biraz hüzünlü geçmişi.
"Bize kalanlar"
19. yüzyılın İzmir'i... Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Türkler bir arada yaşıyor. Ama İzmir'de Rum nüfus Türklerin iki katından biraz fazla. Ayrıca, Avrupa'dan gelen, ticaretle uğraşan, sahil şeridinde yaşayan (İtalyan, İspanyol ve Fransız vb. etnik kimliklerine mensup) ama Türk kültürüne uyum sağlamış Levantenler adında bir grup da bu azınlık gruplarına dahil.
Kozmopolit bir şehir olan İzmir, sahip olduğu azınlık nüfusu dolayısıyla yıllarca Müslümanlar tarafından "Gâvur İzmir" olarak adlandırılıyor. O dönem "Gâvur İzmir" olarak anılansa bizim bildiğimiz bugünkü İzmir il sınırlarına sahip bölge değil. Rumların yaşadığı Urla, Çeşme, Foça gibi İzmir sahil şeridi kast ediliyor. Şehrin biraz daha içlerinde Yahudiler ve Müslümanlar yaşıyor.
Şehrin zengin kesimi Levantenler ve Rumlar liman ticaretiyle uğraştıkları için ekonomik olarak güçlüler. Yahudiler de ticaretle uğraşıyor ama onların ticareti daha çok çarşı içinde bir şeyler satmak üzerine kurulu. Türkler ise ya asker, memur ya da çiftçi. Sokaklarda çoğunlukla Rumca ve Fransızca konuşuluyor, arada ise Türkçe, Ladino ve Ermenice kelimeler çarpıyor kulağa. Ta ki İzmir Yangını'na kadar...
13-17 Eylül 1922 arasında çıkan İzmir Yangını'nın ardından mahalleleri yanan Ermeniler, Rumlar, kendini güvende hissedemeyen diğer azınlıklar bir bir İzmir'i terk ediyor. Bize kalan ne oldu dersek; çokça anı, dilimize yapışan, kullanmaktan vazgeçemediğimiz sözcükler, bir de yemekten usanmadığımız boyoz...
"İzmir'e has bir lezzet"
Boyoz aslında İzmir'e 15. yüzyılda göçen Sefarad (Sefarad İbranice'de İspanya anlamına gelir) Yahudilerinin mutfağına özgü bir lezzet.
1492 yılında Osmanlı'ya göç eden binlerce Yahudi, daha çok İstanbul ve İzmir'e yerleşir. Selanik de yerleştikleri üçüncü bir şehirdir.
Liman şehirlerinde yaşayan Sefaradlar, ticaretle uğraşır ve İzmir'in iç kesimlerinde yaşamayı seçerler. Mutfakları ise Türklerin sevebileceği bir mutfak kültürüdür. Biraz Arap-Ortadoğu etkisi ve ardından gelen Akdeniz rüzgârı... Bugün İzmir mutfağı olarak tanıyıp bildiğimiz şey, ki çoğu gerçekten de İzmir'e has lezzetler, aslında büyük bir kısmı göç edip gitmiş olan azınlıkların bize bıraktığı bir iz, bir miras.
"Boyoz, Bollos ya da Boyikos"
Boyoz, Ladino diline İspanyolcadan geçmiş "Bollos" sözcüğünden geliyor. İspanyolcada iki "l" harfi yan yana gelince "y" harfi olarak telaffuz edilir. Ve boyoz aslında birden fazla "bollo"yu ifade eder, kelimenin çoğul hâlidir.
Sefarad mutfağında hamur işleri "borekas" veya "börekitas" diye bilinir. Ve oldukça lezzetli oldukları anlatılır. Boyozu da bir tür börek olarak değerlendirmek mümkün. Kimisine göre boyoz Sefaradların artan hamuru kullanmak için uydurdukları bir lezzet.
Ortaya çıkışı konusunda birçok fikir var. Ama bilinen en önemli gerçek ise boyozun İzmirli bir lezzet olduğu. Bu bilginin kaynağı ise 1492'de Osmanlı yerine başka Avrupa ülkelerine yerleşen Sefaradların mutfaklarında böyle benzer bir lezzetin olmaması. Sefarad yiyeceği olan boyoz ya da Ladino telaffuzuyla "boyikos", İzmirli Yahudilerin mutfağına özgü bir lezzet. Yıllar içinde İzmir'in sembolü haline gelecek kadar da güçlü ve simgesel bir lezzet aynı zamanda...
"Biraz un, biraz su, biraz tuz az da şeker"
Boyoz ile ilgili ortaya atılan diğer bir iddia ise Sefarad Yahudilerinin İspanya'dan getirdikleri boyoza benzeyen böreklerinin katmere benzeyen bir lezzet olduğu. Boyoz şeklini alması ise zamanla gelişen bir süreç.
Sefaradlar İzmir'e yerleştikçe ve şehirle kurdukları ilişki yerleşik bir hâl aldıkça boyozun bugünkü haline ulaştığı söyleniyor.
Bugün İzmir'de azınlık mevcudiyetinin giderek azalması sebebiyle boyoz yiyebileceğimiz bir Sefarad restoranı bulmak çok güç. Ama İzmir'de her pastanede boyoza ulaşmak mümkün. Biraz un, biraz su, biraz tuz az da şekerle yapılan bu lezzet ufak hacmiyle bir toplumun, bir azınlığın ve bir şehrin tarihini taşıyor.
(BİANET.ORG – Ece DENİZ – 17.9.2022)