"Maalesef, bugün Kıbrıs’ta binlerce insan “vatansızlık” tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kıbrıslı Türklerin karma evliliklerinden doğan çocuklarını kast ediyorum. Kıbrıs Cumhuriyeti makamları karma evliliklerden doğan çocuklara vatandaşlık hakkı tanımamakta inatla ısrar ediyor."
İnsan ve Yurttaşlık Hakları Evrensel Beyannamesi 1789 yılında yayınlamış olmasına rağmen devletler insan haklarını çiğnemeye devam etmişlerdir.
Özellikle Birinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yükselişe geçen totaliter rejimlerde milyonlarca insanın vatandaşlık hakları ellerinden alınmış ve vatansızlığa (stateless) mahkum edilmişlerdir.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1948) yayınlanması tesadüf değildir. Başta faşist ve totaliter rejimler tarafından olmak üzere, insan haklarının kitlesel ihlali Birleşmiş Milletler Örgütü’nü böyle bir beyanname hazırlamaya mecbur etmiştir.
Buna rağmen devletler insan ve yurttaşlık haklarını çiğnemeye devam edegelmişlerdir.
Vatandaşlıktan mahkum bırakılan bir insan aslıda bütün haklarından mahrum edilmiş ve siyasi toplumun dışına sürülmüş biridir.
Günümüzde insan hakları devletlerin “egemenlik meselesi” olmaktan çıkmış, Uluslararası ve Avrupa Hukukunun bir parçası haline gelmiştir. Bir devlet, egemenlik hakkını ileri sürerek insan haklarını çiğneyemez. Uluslararası Hukuk, bu konuda devletlerin egemenliğinin üstündedir.
Gerek İnsan ve Yurttaşlık Hakları Evrensel Beyannamesi (1789), gerekse de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin (1948) insan haklarını koruma konusunda yeterli olmadığını ilk ileri sürenlerden biri, kendisi de yurttaşlıktan çıkarılarak vatansızlığa mahkum edilen Yahudi kökenli Alman siyaset felsefecisi Hannah Arendt olmuştur.
H. Arendt, insan ve yurttaşlık hakları konusunun devletlerin egemenlik yetkilerinin ötesinde ele alınmasını savunmuş ve hiçbir insanın vatandaşlıktan mahrum edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Arendt’e göre, insanların “Haklara Sahip Olma Hakkı” vardır ve bu hak, bütün hakların anasıdır. Çünkü bu, siyasi bir topluluğa ait olma hakkıdır ki, insanlar ancak siyasi bir topluluğun üyesi oldukları zaman var olabilirler ve diğer haklarını kullanabilirler. Dolayısıyla, hiçbir devletin hiçbir insanı vatandaşlıktan dışlayıp vatansızlığa mahkum etme hakkı olmamalıdır.
Gerçekten de 1997 yılında Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan Avrupa Vatandaşlık Sözleşmesi “vatansızlığın önlenmesi” ilkesini benimsemiş ve her insanın vatandaş olmaya hakkı olduğunu ve bu haktan mahrum bırakılamayacağını karara bağlamıştır.
Maalesef, bugün Kıbrıs’ta binlerce insan “vatansızlık” tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kıbrıslı Türklerin karma evlilklerinden doğan çocuklarını kast ediyorum. Kıbrıs Cumhuriyeti makamları karma evliliklerden doğan çocuklara vatandaşlık hakkı tanımamakta inatla ısrar ediyor.
Oysa Avrupa Vatandaşlık Sözleşmesi bu konuda çok net hükümler içermektedir. Örneğin 5. Maddesinde şöyle deniyor: Avrupa Konseyi’ne üye olan devletlerin “vatandaşlığa dair kuralları fark gözeten ibarelere yer veremez veya cinsiyet, inanç, ırk, renk ya da ulusal ve etnik köken temelinde ayırımcılığa varan herhangi bir uygulamayı içeremez.”
Benzer biçimde, “vatandaşlığını doğumla veya sonradan kazanmış vatandaşlar arasında ayırım yapmak yasaklanmıştır.”
Durum böyle olduğu halde, bugün Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türk yurttaşların çocukları vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmaktadırlar.
Bir Not
Yukarıdaki yazıyı ilk defa 25 Ekim 2022 tarihinde Yunanca olarak Kıbrıs Rum basınında yayınladım. Ayrıca, konuyu Avrupa Birliği’nin gündemine taşıdım ve sorunu Komisyon’a yazılı bir soru önergesiyle duyurup önlem almalarını talep ettim. Kıbrıs Rum medyasında yazdığım yazılar ve yaptığım röportajlarla da Kıbrıs Rum kamuoyunu bilgilendirmeye devam ediyorum. Bir ropörtajımda söylediğim gibi, yabancılara para karşılığı pasaport satan bir hükümetin kendi yurttaşlarına pasaport ve yurttaşlık ambargosu uygulaması kabul edilmezdir.
Bu girişimlerim karşısında Filelefteros gazetesi, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “Nazi yöntemleri uygulamakla suçladığımı” ileri sürerek beni suçlamaya kalkıştı...