KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Ulus Irkad
1968 veya 1969 yıllarıydı. Baf’tan tatil için Lefkoşa’ya gelmiştim. Dedem Mustafa Irkad’a ait Hısım kahvehanesinde, yanındaki bisikleti kahvehanenin duvarına dayalı, mavi gözlü, sarışın ve takım elbise giyen, ceketinin de ön üst cebinde renkli bir mendili moda olduğu üzere dışarıda gözüken, beyefendi bir adam kahvesini yudumlamaktaydı. Orada dedem veya nenem bulunuyordu, bir konu hakkında konuşuyorlardı ki;
“Bu çocuk Hüseyin’in oğlu mu?” dedi. Dedemin veya nenemin ona Baf’tan geldiğimi söylediklerini, evet, Hüseyin Irkad’ın oğlu olduğumu doğruladıkları sırada, onlara o adamın kim olduğunu sorduğumda da, Telefon ve Telgraf Dairesi’nde çalışan ve her ikisinin de yeğenleri olan Mustafa Aşıkoğlu olduğunu öğrenmiştim.
Dedem Kaleburnu’nun “Beppei” ailesinden, Nenem Hatice Irkad’ın bir kolu Kuruova ve Kaleburnu kökenliydi, dedemin amcalarından “Bodiler”den de yetişiyordu nenem ve herkesin de bildiği gibi çevre köylerin çoğunu da Kaleburnulular kurmuştu Karpaz Burnu’nda. Dolayısıyla gerek Kaleburnulular gerekse civar köyler birbiri ile akrabaydı. Mustafa Aşıkoğlu (Ben ona Mustafa Dayı derdim) Lefkoşa’ya Karpaz’dan geldiği ilk anlardan itibaren bizimkilerle hemen temasa geçmiş hatta ev bulana kadar bir müddet de bizimkilerde kalmıştı çünkü yakın akrabaydılar ve o dönemlerde akrabalık bağları bayağı önemliydi (Bu bilgileri hem rahmetli babam, hem de rahmetli dedem Mustafa Irkad ve rahmetli nenem Hatice Irkad’dan almıştım).
Dedemin Kaleburnulu akrabaları Kaleburnu’ndan Lefkoşa’ya geldiklerinde, dedemin onları yalnız bırakmadığı, yanında barındırdığı, hatta çoğunun hastahane ihtiyaçları için onları bisikletiyle hastahaneye götürdüğünü de biliyorum. Sözünü ettiğim yıllar 1930’lu, kırklı-ellili yıllar…
Mustafa Dayımla asıl tanışmam 1974 sonrası, onun Lefkoşa’dan Mağusa Maraş’a gelip yerleşmesi ve ilk zamanlar Halkla İlişkiler Müdürü, daha sonra da Kaymakam Yardımcısı babamla ilişkileriydi. Babam, hem annesinden, hem de babasından taraf akraba olduğundan dolayı devamlı bize gelir, babamla oturur konuşurdu. Annemle babam da iki kardeş çocuğu olduğu için Mustafa Dayım annemle de akrabaydı. Annemin ve babamın, Maraş’ta, bazen evlerinde onu ve ailesini ziyaret ettiğini de biliyorum. ,
Daha sonra kızları Sibel, Hıfsiye, Rahmetli Orhun ve Şahab’la da tanıştık. Rahmetli Orhun, Sibel ve Şahab’ın benim küçük kardeşlerimle de teması vardı. Rahmetli Orhun devamlı evimize gelirdi. Orhun’la uzun bir müddet Salamis’te benim de rehberlik anılarım vardı.
Evlenip da Maraş’ın Servet Yolu Caddesi’ne taşındığımda Mustafa Dayımla daha sık görüşmeye başladım. Her karşılaşmamız veya her kahvehane buluşmalarımızda, Mustafa Aşıkoğlu Dayım babamla 1940’lardan başlayan anılarını anlatırdı bana.
1940’lı yılların sonlarında, babam Öğretmen Koleji’ne giderken, Girne’de Dome Otel’de mahalleden komşu İngiliz aileleriyle Dome Otel’deki parti ve kokteyllere katıldıklarını esprili bir şekilde anlatırdı Mustafa Dayım.
Bir konuşmamızda bir aralık Karpaz’daki Rum okullarına da giderek lise veya ortaokul eğitimini de tamamladığını anlatmıştı bana. Hatta bir keresinde Mağusa Hastahanesi’nde öğretmenlerinden birini gördüğünü de nakletmişti. Mustafa Dayım’ın çok büyük bir kütüphanesi de vardı.
Babam bana kütüphane sevgisinin Mustafa Aşıkoğlu Dayımdan kaynaklandığını hayatını anlatırken devamlı tekrarlamıştı.
Mustafa dayımın Türkçe ve İngilizce olarak temel eserleri vardı kütüphanesinde. İngilizce, Türkçe ve Rumca olarak okuduğunu, Yüksek Yunanca ve İngilizce bildiğini, bunun yanında konuştuğu Türkçesinin de bayağı iyi olduğunu çok iyi biliyorum. Mustafa Dayım okuduğu eserlerde seyyahlara dayanarak “Bir Anadolu seyyahı, Türkçe konuşarak ta Orta Asya’ya kadar rahatça giderdi” diyordu. Aynı durumun şimdi de devam ettiğini, heryerde İran ve Afganistan dahil, Türkçe konuşulduğunu, bunun Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan hatta Çin’deki Doğu Türkistan Sincan Eyaleti de dahil devam ettiğini anlatırdı. Kütüphanesi o kadar büyüktü ki içinde sir George Hill’in “Cyprus History-Kıbrıs Tarihi” kitaplarının da olduğunu, kütüphanesinde daha çok kitapları olduğunu söylerdi. Mustafa Dayı, bir zamanlar İngiliz Büyükelçiliği’nde düzenlenen İngilizce kurslarına da katıldığını ve İngiliz Edebiyatına da vakıf olduğunu anlatırdı.
Mustafa Dayı’yı, hanımı öldükten bir müddet sonra kaybettik.
Mustafa Dayımın kardeşlerinden Yılmaz Aşıkoğlu abileri ve de Turan Aşıkoğlu abileri de tanıdım. Zaman zaman bizim eve gelip bizleri ziyaret etmişlerdi. Aynen Mustafa Dayım gibi Yılmaz ve Turan abiler de çocuklarının eğitimleri üzerinde çok durdular ve gördüğüm kadarıyla her ikisi de eğitimli, terbiyeli, toplum içinde saygıdeğer evlatlara aynen Mustafa Dayım gibi sahip oldular. Yılmaz abim öleceğine yakın bana okula (Gazi İlkokulu) telefon edip yeğeni annemle görüşmek istediğini bildirmiş ve o günlerde hemen annemle onu ziyaret etmiştik. Hasta yatağında tedavi görmekteydi ama bizi gördüğü zaman moralinin çok iyi olduğunu görmüştüm. Annemi, yani yeğenini görmek onu çok sevindirmişti. Aradan çok kısa bir zaman sonra onu da kaybetmiştik.
En küçük kardeşleri Turan abim de çok iyi, eğitimli ve kültürlü bir insandı. O da babamı zaman zaman ziyaret ederdi. Hatırladığım kadarıyla en küçük olmasına rağmen Turan abim, ilk kaybettiğimiz abimiz oldu Aşıkoğlu ailesinden. 1980’li yıllarda ölmeden önce gene beni bulmuş ve kızı Çiğdem’in Öğretmen Koleji’ne girmesinin iyi olup olmayacağını sormuş, ona bu tercihlerinin çok iyi olacağını söylemiştim. Rahmetli Turan abim de okumaya çok önem veren kültürlü ve beyefendi bir insandı. Onu da genç genç kaybetmiştik. Onun da çocukları aynen Mustafa Dayımın ve Yılmaz abimin çocukları gibi toplumumuzun en saygın ve eğitimli insanları arasındadırlar. Yakın bir zamanda aynı aileden Mustafa Dayımın oğlu Orhun'u ve Hasan Paşa abimizi kaybettik.
Aşıkoğu ailesi bir zamanlar Karpaz’da örnek olarak gösterilen saygıdeğer ve kültürlü bir aileydi. Topluma hem çocuklarıyla hem de kültür ve eğitimleriyle örnek olmuş, toplumumuzun gelişmesinde model bir aile olarak eğitimin ve kültürün ne kadar faydalı olacağının bir emsaliydiler. Dedelerim Rahmetli Hamza Erdoğan ve Rahmetli Mustafa Irkad’ın ve de nenem Hatice Irkad’ın yakın akrabaları Aşıkoğlularını buradan rahmetle anar, ailenin tüm hayatta olan fertlerine mutluluk ve başarılar diliyorum…
DÜNYADA GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA NELER YAPILMALI?
“İnsan hakları, ölülerin haklarını da kapsamalı...”
“Yüzleşme pratiklerindeki zenginleşme, ölme koşullarına ilişkin hakikatlerin ortaya çıkmasına, devletleri suçları kabul etmeye, özür dilemeye, yasal ve idari düzenlemeler yapmaya, tazminat ödemeye mecbur bıraktı...”
Murat Çelikkan
Türkiye’de uzun yıllardır ölülere yönelik ve mezarlıklara yönelik farklı biçimde şiddet türlerine rastlıyoruz. Bu genellikle resmi ideoloji tarafından ötekileştirilenlerin ölülerine yönelik oluyor ve milliyetçiliğin ve siyasal İslam’ın konjonktürel gücüne göre artıyor ya da azalıyor.
Azınlık mezarlarına yapılan sistematik saldırıları hepimiz hatırlayalım. Türkiye’nin uluslararası ilişkilerindeki gerilimlere paralel olarak, Türkiye’de bu ulusların veya bu ulusların hâkim dinlerine mensup olanlara her daim rehine muamelesi yapıldığını da hatırlayalım. Yaşayanların canlarına, mallarına, ırzlarına yönelik saldırılar, ölülerine de yönelerek yok edilen mezarlıklar veya var olanların sürekli bir saldırı nesnesi olmasıyla tamamlanıyor.
Son yıllarda mezarlıklara ve ölülere yönelik saldırının artırmasını, saldırıların açıkça sahiplenilmesini ve bir gösteriye dönüştürmesini de bu çerçevede düşünmek lazım zannediyorum. Hem güvensizleştirmenin ölüleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi hem de bir hafıza tahribatı, yok etmesi ve tekleştirmesi olarak...
Daha önce Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi bir dizi panelde konunun hukuki, insani, dini boyutlarını irdeledi. Burada bu konuya biraz insan hakları açısından bakmaya çalışacağım. İnsan hakları kavramını bugün yaşadığımız dünyada artık mücadelesini verdiğimiz ekoloji, hayvan hakları gibi alanların hepsini kapsamıyor ama insan haklarının evrimi insanın dışında olan haklar mücadelesini de kapsıyor.
Ama insan hakları, hakların yaşayanlara ait olması temelinde ölülerin haklarını da kapsayıcı olarak ele alınmıyor. Medeni hukuktaki vasiyeti bunun dışında tutuyorum ve ayrı bir tartışma konusu olduğunu düşünüyorum.
Mezarlıklar ve ölülere muamele, çatışma, savaş, soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar bağlamında ele alınıyor. 1950 tarihli Lahey sözleşmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenlenen Cenevre sözleşmesi birçok hükümlülük getiriyor.
Yani insancıl hukuk doktrininde ölülere muamele ve mezar hakkı karşılık buluyor. Ancak kararlarıyla insan hakları hukukuna büyük katkı yapan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) bu hakkın bir karşılığına rastlamıyoruz.
Ancak yas tutma hakkı, mezarlık hakkının ihlali işkence kapsamında görünüyor. Ölümlere dair de etkin ve bağımsız bir soruşturma yürütülmesinin yaşam hakkının ihlali olduğu belirtiliyor o kadar.
Tabii burada özellikle kaybedilenlerin yakınlarının, dünya çapında verdikleri mücadele sonucunda oluşan hakikat hakkından da bahsetmeliyim.
Yani yakınlarının hangi koşullar altında öldürüldüğünün ve bedenlerine nereye gömüldüğünü bilme hakkında. Bu hak üzerindeki tartışmalar, bildiğiniz gibi Minnesota Bildirgesi el kılavuzunun da hazırlanmasına yol açtı. Bu da bu hak kapsamında mezarlıkların açılması ve incelenmesinin düzenlemelerini belirtiyor.
Türk Ceza Kanunu'nda da, TCK 153/1, ibadethanelere ve mezarlıklara zarar vermeyi yasaklıyor. Mezarlıkların her dinde ve kültürde bir kutsallığı ve dokunulmazlığı var ya da olmalı. Herkesin din ya da din dışı ritüeller yerine getirilerek gömülme hakkı olmalı.
Yalnız laik olduğu iddia edilen Türkiye'de cenaze törenleri için dini ritüeller dışında, bir tören şansı yok. Bu da toplumsal cinsiyetin ikili kalıplarda yorumlanmasının içine hapsedilmiş şekilde gerçekleşiyor. Her ne kadar mezarlıkların bir dokunulmazlığı olsa da, gerek kapitalist kentleşmenin tahribatıyla, gerekse çağımızın en büyük hastalıklarından olan milliyetçilik temelinde savaş, işgal ve sömürgecilik uygulamaları altında ölülere ve mezarlıklara yapılan saldırılara şahit oluyoruz.
Bu saldırılar ister istemez o mezarlıkların sahibi olan toplumları, grupları, azınlıkları hem manevi olarak yaralıyor hem de azınlık olma, savunmasız olma duygusunu pekiştiriyor.
2022 başında Almanya'nın Iserlohn kentinde Müslüman mezarlığındaki yaklaşık 30 mezar taşının tahrip edilmesi, işgalci İsrail'in Filistin mezarlıklarını halen yok etme ve tahrip etme girişimleri, İkinci Dünya Savaşı öncesinde 240 civarında Musevi mezarlığının bulunduğu Litvanya’da, bunların inşaat sektörüne kurban edilmesiyle sayılarının bir kaça indiği ve bu mezarlıkların da sürekli ırkçı saldırılara uğradığını, Amerika'nın Philadelphia kentinde 2017 yılında Yahudi mezarlığına yapılan ırkçı saldırıda 500 mezarın tahrip edildiğini, Arjantin'in Rosario kentinde de yine Musevi mezarlıklarına yapılan saldırıları örnek olarak verebilirim.
Bir de tabi Kosova'da Arnavut milliyetçilerinin 2013 yılının başında Priştine’de Sırp mezarlarına saldırarak 500 mezarı tahrip etmesi örneği var. Bundan sonra bütün Arnavutluk’taki mezarlıklar birer saldırı alanına dönüştü.
Bazen mezarlar ve mezarlıklar siyasal eylemlerin hedefi ya da sahnesi haline de gelebiliyor. Arjantin'de darbe sonrasının başkanlarından Carlos Menem, ülkedeki siyasal bölünmeyi aşmak için bir ölüyü ve bir mezarı kullanmıştı.
19. yüzyılın tiranlarından, Arjantin tiranlarından biri olan Juan Manuel de Rosas’nın İngiltere’de bulunan mezarını Buenos Aires’e taşıyarak ünlü La Recoleta mezarlığında gömdürdü. Cenaze merasimini bir ulusal uzlaşmaya dönüştürme hevesiyle, defin işleminden ve töreninden bir hafta sonra 277 askeri subayı ve eski gerillayı affederek ve La Recoleta mezarlığını barış için kullandığını iddia etti.
Türkiye'de hatırlayalım 27 Mayıs'ın ardından idam edilen Menderes, Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun İmralı'da bulunan mezarları Meclis kararıyla daha sonra İstanbul Topkapı'da oluşturulan anıt mezara taşınmıştı. Burada her yıl devlet törenleri devam ediyor. Yani mezarlıklar dönemin politik ruhuna uygun bir şekilde dünyanın her yerinde araçsallaştırılabiliyor.
Türkiye'de Şubat 2020'de Trabzon'daki Latin Katolik mezarlığına yapılan saldırı, Garzan mezarlığı tahribatı, öldürülen gerillaların cenazelerine yapılan muamele, AİHM kararlarına konu olan ölülerin kulaklarının kesilmesi, cenazelerin teşhiri, devletin koruması altında cezaevlerinde bulunan mahkumların ölülerine reva görülen muamele, son yılların kutuplaştırıcı devlet politikalarının sonucu olarak değerlendirilebilir.
Her ne kadar ölüler insan hakları kapsamına doğrudan girmese de, 70'li yıllardan itibaren geçmişle yüzleşme pratiklerinde yaşanan zenginleşme, ölülerin ölme koşullarına ilişkin hakikatlerin ortaya çıkmasına, devletleri bu suçları kabul etmeye, özür dilemeye, tekrarını önleyecek yasal ve idari düzenlemeler yapmaya, tazminat ödemeye mecbur bıraktı.
İnsani olarak mezarlıklara ve ölülere yapılan saldırılar hepinizi yaralıyor. Kamusal akla aykırı hareketler bunlar. Ayrıca TCK kapsamında suç işleme anlamına da geliyor. İnsan hakları mücadelesi açısından ise faili meçhuller, keyfi öldürmeler, hukuk dışı infaz ve kaybedilme mağdurlarıyla, çatışma sonucu yaşamını yitirenlerin yakınlarına gerçeği bilme haklarının yerine getirilmesi ve adaleti borçluyuz.
Kant mesela ölülerin de yaşayanlar için tanımlanmış hakların hepsine sahip olduklarını söylüyor ve bunun üzerine kuruyor bütün yaklaşımını. Ama dünyanın her yerinde, bir tek Türkiye'de değil, belirttiğim gibi yani ırkçılık ve milliyetçilik azgınlaştı, her yerde azınlıkların mezarlarına ya da muhaliflerin mezarlıklarına ve mezarlarına saldırı söz konusu.
(BİANET.ORG – Murat ÇELİKKAN – 22.2.2022)