Memlekette gazete okuyan kitle dışında bildiğiniz gibi bir de sadece resimlere ve başlıklara bakıp geçen geniş bir kitle de mevcuttur. Bu insanların yaptığı kolaycılık gibi görünse de aslında son derece meşakkatli bir iştir. Günlük ve politik yazılarda bu uğraş çok zor değildir. Örneğin Sami Özuslu “UBP nereye koşuyor?” diye yazsa tembel okuyucu için başlıktan edineceği intiba sağda solda yazıyı okumuş gibi anlatması için dahi yeterlidir. “Sami beyin yazısını okudunuz mu? Adam çok doğru yazmış... Bu hükümetle çok zor! Olacak iş değil bu yaptıkları!” Cenk Mutluyakalı “Yeter artık!” diye bir trafik yazısı yazsa, tembel okuyucu yine her satırı okumuş gibi yazıdan bahsedebilir: “ Memlekette mısmıl yol yok! Adam çok doğru yazmış! Yaz yaz nereye kadar!” Ben bu tembel okuyucuların işini zorlaştırmaktan ayrı bir keyif alıyorum. Düşünsenize tembel okuyucumuz bu yazının sadece başlığına ve resme bakıp, yazının ne ile ilgili olabileceği konusunda tahmin yürütecek: “Kasadaki Kız Sendromu. Hmmmmmm....Mehmet Ekin bu başlık altında ne yazmış olabilir... Kasiyer bir sevgilisi mi var acaba? Kız buna trip attı... O da bunu sendrom adı altında genel geçer bir teori içerisinde algılamaya mı çalışıyor?” Sanırım tembel okuyucunun algılarıyla bu kadar oynamak yeter... Yoksa tahmin için bir şans daha mı verelim? Verelim: “Kasadaki kız... Ne olabilir...Eeeee... Mehmet kızın birini kasaya mı kapatmış acaba?!” Yok artık! Daha neler tembel okuyucu! Biz en iyisi şimdi gerçek okuyucular için yazıya devam edelim :)
“SAKLANMANIN EN İYİ YOLU, FAZLA GÖRÜNMEKTİR BİLİYOR MUSUN?”
Murathan Mungan’ın Stüdyo Kayıtları isimli güzel bir kitabı var. Kitabın “Göz” isimli bir bölümü var. Bakmaya, görmeye, görünene ve görünmeyene dair müthiş bir yazı... Mungan görünmek ve saklanmakla ilgili şöyle diyor: “Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir biliyor musun?” Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz.” İnsanların sürekli olarak etraftaki samimiyetsizlikten, iki yüzlülükten şikayet ederler. Bu yeni bir durum değildir ama eski bir durum da sayılmaz çünkü aynı şikayet kendini sürekli farklı insan ilişkileri bünyesinde yeniden doğurur ve gündeme gelir. Samimiyetsizlik yılan gibi bir sorun. Yılan ayni yılan ama sürekli deri ( şahıs) değiştiriyor. Tam bu noktada görünenin aslında, tanınan olmadığına ilişkin “kasadaki kız” benzetmesi gerçekten çok çarpıcı. O kadar çarpıcı ki ben bu örneği kurumsallaştırarak artık samimiyetinden şüphe ettiğim insanların kasada (göz önünde) tuttukları ruhsal personelleri olduğunu düşünür oldum. Sanki insanların bir gerçek kimlikleri var, bir de vitrine koymak için istihdam ettikleri bir sürü ruhsal personelleri var. Politikacılar mesela... Sürekli bir tebessüm, sürekli el sıkma refleksiyle gelişen kol kasları ve enerjik süsü verilmiş bir hatır sorma: “ Selamlar! Nassınız?!” Politik rekabetin her şeyi mübah kılan hırsları malum... İster aynı partide, ister farklı partilerde dedikodu ve ayak oyunları malum... Hele o hiç bir şey yokmuş gibi aynı mekanda karşılıklı tebessümle birlikte olma hali... Sürekli kumbaralarda biriktirilen karşılıklı kin ve nefret. İğneyi politikacılara batırdık evet, ama çuvaldız kime? Siz seçin... Avukat, doktor, öğretmen, sendikacı, patron, müdür, gazeteci... Anne, baba, sevgili... Politikacılar her ne kadar samimiyetsizlikten sabıkalı olsalar da bu alanda sadece onları şamar oğlanı etmek doğru değil. Vitrini idare etmek için oraya bir dublör yerleştiren herkes üzerine alınsın! Murathan Mungan’ın kasadaki kızı gibi sadece görünen ama aslında tanımadığımız bir sürü karakterden bahsediyorum. İşin tuhaf tarafı kimisi vitrindeki hallerine kendilerini o kadar iyi adapte etmiş ki artık kendi kendini de tanıyamıyor... “Sen kimsin?” deseniz “Vallahi nasıl görüyorsanız o olsam gerek!” diyecekler. Biriyle tanışınca “Memnun oldum” diyorsunuz. İyi güzel ama kiminle memnun oldunuz? “Sen de kimsin?! ” diye itiraz edecek olsanız, cevap zaten belli: “Aaaa... Siz benim vitrindeki ruhsal personelle tanıştınız herhalde... O yıllık iznine çıktı, ben yardımcı olayım?”
“HERKES REKLAMLARI OYNUYOR!”
Bir hanım arkadaş geçenlerde erkeklerden dert yandı (sanki samimiyetsizlik sadece erkeklere özgüymüş gibi) : “Herkes reklamları oynuyor! Reklamlar bir türlü bitmiyor ki gerçek filmi görelim ve insanları tanıyalım... Herkes reklam, herkes sahte... ” Bu “Reklamları oynama” benzetmesi de ilginç ve yerinde... Özellikle kadın-erkek ilişkilerinde gerçek anlamda muhatabı tanımadan yapılan bir evlilik ve ardından haklı bir soru: Bu muydu prens(es) ? Kimileri samimiyetsizliği işi gereği yapıyor, kimileri direk samimiyetsizliği iş ediniyor... Peki samimiyet? İşsizlik sebebiyle göç ediyor buralardan. Bu göç, beyin göçü kapsamında değil üstelik... Bunun adı olsa olsa “Ruh göçü”.