Dimitris Hacıdimitriu
En büyük kardeşimin cenaze töreni geç kalmıştı, tam olarak söylemek gerekirse 35 sene kadar... 2009 yılının yaz aylarında, Fransa’nın Normandiya bölgesinde tam da tatilimizin ortasındayken bir telefon gelmişti ve alel acele Kıbrıs’a bir uçuş ayarlamıştık... Birkaç gün sonra eşim Frances’la birlikte Larnaka’da deniz sahilinde oturuyordum, kafam çok meşguldü, birşeyler beni rahatsız ediyordu...
Benden çok da uzakta olmayan bir yerde çocuklar oynuyordu sahilde... Gözlerimi onlardan alamıyordum çünkü ben de onların yaşındayken arkadaşlarımla birlikte böyle yapardım...
Kararımı vermiştim, tam olarak neler olmuş olduğunu öğrenmeye çalışmamın zamanıydı... Öykünün genel çizgilerini biliyordum ancak çok geneldi bu... Frances’a dönerek ona kararımı bildirdim, o da tam da bunu yapmamı istediğini gösterircesine gülümsedi bana...
O ikindinin ilerleyen saatlerinde Filakti’nin evinin kapısını çaldım, beni her zamanki gibi dostane tavrıyla karşıladı... Babamın en iyi arkadaşıydı ve onu ve ailesini ömrüm boyunca tanıyordum... Bir futbol maçı izliyordu ve oyunun sonuna on dakika kadar kalmıştı, böylece beni mutfağa gönderdi, orada eşi Kloe bize kahve yapmaktaydı... Ona seslenerek aileye ilişkin haberleri alma fırsatıydı bu...
Büyük oğluları George, ders vermekte olduğu bir lisenin müdür yardımcılığına atanmıştı yakın geçmişte ve açıktı ki Kloe Hanım, onunla gurur duyuyordu... Öteki oğlu Yannos ve kızı Marianna’dan söz etti, onlar da köşeyi dönünce yakınlarda bir yerde yaşıyorlardı. Ona, cenaze nedeniyle bize vermiş oldukları destek nedeniyle teşekkür ettim, cenazede orada olmaları önemliydi...
Sonra da sık sık bana ailelerimiz hakkında geçmişten öyküler anlattığı gibi, Kıbrıs Bankası çalışanlarının greve gittiği yıldan söz etti. Filaktis bankanın Larnaka şubesinde çalışmıştı yıllarca ve işte bu yüzden gidip babamla konuşmaya karar vermişti. Yerli bakkalı çalıştırıyorduk ve onlar bizim en iyi müşterilerimizdi. Yaklaşan grev nedeniyle alışveriş dahil, masraflarını kısmak zorunda olduklarını anlatacaktı... “Ertesi günü baban alışveriş torbalarını yüklenip gelmişti” diyordu bana... Bir dostunu desteklemenin yoluydu bu ve bir greve katkısı da böyleydi... Babam Evgenios bir yapıcı olarak çalışma yaşamına atılmış ve pek çok diğer işçi gibi PEO sendikasına katılmıştı... Bir zamanlar bana üyelik numarasının 8 olduğunu anlatmıştı... O, Kıbrıs’ta sendikal hareketi kuran kuşaktan geliyordu... Bir yapıcı olarak bir dizi grev örgütlemiş ve greve katılanların karşı karşıya kaldıkları zorlukları biliyordu...
Maç sona erince kahveleri oturma odasına götürüp oturdum. Filaktis zeki bir adamdı, bu yüzden neden orada olduğumu tahmin edebiliyordu. Ayağa kalktı, öteki odaya geçti ve bir fotoğrafla birlikte geri döndü... 1970’li yıllardan kardeşim Stelyos’un bir fotoğrafıydı bu... Bu fotoğrafı iyi biliyordum, bir “Yeşil Pazartesi” günü arkadaşlarıyla birlikte bir piknikte çekilmişti...
“Bunun için mi geldin?” diye sordu bana, ben de onaylar biçimde kafamı salladım. Böylece oturduk ve 1974’teki o günlerden söz etmeye başladı. Sanırım bu öyküyü daha önce kimseciklere anlatmamıştı ve bir an önce anlatmak istercesine hevesliydi...
İşte bu da babam Evgenios ile en iyi arkadaşı Filaktis’in 1974 savaşı esnasında yaşadıkları ve bir kayıp askeri arayışlarına ilişkin öyküdür...
Günlerce Larnaka’dan cepheye doğru arabalarını sürmüşlerdi... Arabaya birkaç şey koyuyorlardı, su gibi, yiyecek gibi, sigara gibi, olur da başarılı olurlarsa ve üstlerini değişmeleri gerekirse yedek giysiler gibi... Ve sabah erkenden yola koyuluyorlardı.
Başlangıçta Girne bölgesine gidiyorlardı, cepheye yakın yere – çevrelerinde savaştan kaynaklanan sesler vardı, üstlerinde savaş uçakları uçuyordu... Savaştan kaçan pek çok göçmenle karşılaştılar, güneye doğru gidiyordu bu göçmenler ve çoğunlukla onları durdurarak bir şey bilip bilmediklerini soruyor, en yakın köye onları araçlarıyla bırakıp gerisin geri cephe hattına gidip herşeye tekrardan başlıyorlardı...
Filaktis anlatısında, kendisinde iz bırakmış olan birkaç olaydan söz edecekti – anlatımı o kadar canlıydı ki sanki de bu deneyimleri bir kez daha yaşıyordu...
Beşparmak dağlarının tepelerindeydiler ve aşağılarda kuzeye doğru baktıklarında kıyıdaki çatışmaları görebiliyorlardı, açılan ateşi, bombalamaları, patlamaları ve yangınları... Pek çok göçmen yanlarından aceleyle geçerek güneye doğru gidiyordu... Bunlar arasında 70 yaşlarında yaşlı bir kadın vardı, iki torunuyla birlikte... Çok yorgun ve susuz görünüyorlardı, onlara biraz su verdiler... Yaşlı kadının adı Petra idi ve Omorfo’dan kaçıyorlardı... Babam ona kardeşim Stelyos’un bir fotoğrafını gösterdi ve ona, Stelyos’u görüp görmediğini, bir şey bilip bilmediğini sordu. Stelyos’un Girne’de bir otelde çalıştığını ve işgalden sonra onunla tüm irtibatı kaybettiklerini anlattı... Petra da savaşın çok büyük altüstlüklere yol açtığını, pek çok ailenin ayrı düştüğünü ve kimsenin de bir şey bilmediğini anlattı... İnsanlar en zorunlu ihtiyaçlarını kapıp savaşın tam ters yönüne doğru kaçıyorlardı... Petra ve torunlarının üstleri başları çamurlu ve tozluydu – Petra, kaçarken çoğu zaman hendeklerde saklanıp kafalarının üstünde uçan uçaklardan korunmaya çalıştıklarını anlattı...
Filaktis ve babam onları arabaya bindirdiler, benzer durumda güçleri tükenmiş diğer iki aileyle birlikte... Rahat değillerdi ancak babamın steyşın arabası vardı, yeşil renkte bir Morris Oxford’tu bu steyşın araba, plakası da AN128 idi. Bu araba, bakkal dükkanı için çeşitli malların taşınması için gerekliydi... Öteki köye varıncaya kadar Petra’nın torunları uykuya dalmıştı ve Petra da kendi öyküsünü anlatmaya başlamıştı babamla arkadaşına...
Hayatı boyunca hiç bu kadar barbarlığa tanık olmamıştı, ne 1964’te, ne de 67’de – açıktı ki bu savaş çık tek taraflı idi, sanki de savaştan çok bir katliam gibiydi... İyi eğitim görmüş, modern bir Türk ordusuna karşılık özünde birkaç iyi çocuk yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalışıyorlardı, subayları yoktu ortada, doğru düzgün silahları da yoktu...
Türk askerlerinin esirleri öldürdüklerini gördüğünü anlattı ancak çabucak ekledi – 1964 yılında çatışmalar başladığı zaman, Kıbrıslıtürkler’in öldürülmüş olduğunu da biliyordu... Omorfo’da Ahmet, çok iyi bilinen bir çiftçiydi, iki oğlu vardı. Küçük oğlu Ankara’da hekim olmak üzere okuyordu ve geri döndüğünde Omorfo’nun ortasında, bandabuliyanın ortasında öldürülmüştü... Katiller, büyük olasılık yerliler değildi çünkü Omorfo’da herkes herkesi tanıyordu ve aralarında düşmanlık yoktu...
Onlara Omorfo’da ailesiyle birlikte tüm bu olaylar olmadan önce nasıl yaşadıklarını da anlattı, hatıraları aklına gelince yüzüne bir gülümseme gelip oturmuştu. Kendisi ve eşi Andonis çiftçilikle uğraşıyorlardı... Portokal ağaçlarıyla dolu arazileri vardı ve bu portokal bahçeleri çok iyi biliniyordu... Mutluydular ve iki kızları, bir de oğulları olmuştu... Gelenek olduğu üzere kızları belli bir yaşa gelince her bir kızlarına birer ev yapmaya karar vermişlerdi fakat bunu yapacak nakit paraları yoktu... Komşularına yanaşıp ondan yardım istemeye karar vermişlerdi. İbrahim Orman Dairesi’nde bekçi olarak çalışan bir Kıbrıslıtürk’tü ve evli olduğu halde çocukları olmamıştı. Çok iyi bir komşuydular ve birbirlerini çok iyi tanıyorlardı.
İbrahim bunu hemen kabul etti çünkü çocukları doğduklarından beri biliyordu. Ancak Andonis bir avukat huzurunda yasal bir belge hazırlayıp faiz oranlarını tartışmayı önerince, İbrahim çok sinirlendi... O günlerde ödünç para veren tefeciler çok zalimdi ve pek çok insan onlardan borç aldıklarında çok yüksek oranda faiz ödüyorlardı – eşi de yazılı olarak anlaşacakları bir faiz oranında anlaşmalarını sağlamaya çalışıyordu. İbrahim böyle bir şeyin sözkonusu olamayacağını, komşular olarak birbirlerine güvendiklerini ve faize hiç de gerek olmadığını söylüyordu. Onlardan tek istediği, her sene hasattan sonra kendisine verebilecekleri kadar bir parayı vermeleriydi...
Böylece İbrahim’den 5 bin Kıbrıs Lirası borç para alarak iki evi yapmayı başarmışlardı ve anlaştıkları gibi her sene portokal hasadından sonra ona bir miktar para ödüyorlardı... On senede tam olarak geri ödeyebilmişlerdi aldıkları borç parayı...
Oğluları denizci olarak çalışıyordu ve yurtdışındaydı... Kızlarının ikisi de evlenmiş ve iki çocuk etmişlerdi... İşte bu iki çocuğun hayatını kurtarmak için koşuşturuyordu şimdi... Petra, çatışmalar başladığında iki torunuyla birlikte Balabayıs’taki kızkardeşinde ziyarette olduğunu anlattı. İnsanlar güneye doğru kaçmaya başlarken, o da bu kaçışa katılmış, Lefkoşa’ya, oradan da akrabalarının olduğu Leymosun’a gidecekti... Ailesinin geride kalanına ne olmuştu, sağ mıydılar, güvende miydiler, bilmiyordu... Bunları anlatırken durmadan sövüyordu, bu kadar kısa zamanda EOKA B’ci bazı fanatiklerin insanların hayatlarını, mutluluklarını ve asırlardır devam eden birlikte yaşamlarını nasıl da mahvetmişlerdi!
Bir başka gün ormanlık bir arazide durmuştu babamla arkadaşı Filaktis ve babam ona Vuno yakınlarında olduklarını anlatmıştı – babam burada büyümüştü ve işte tam da bu noktaya gelip abisi Yannakos’a yemek götürüyordu – abisi Yannakos taşları kırarak alçı üretmekte çalışıyordu... Yannakos bir kurşunkalem kadar inceydi, gün boyunca bir bütün ekmeği mideye indiriyor olsa da... Çok ağır bir işte çalışıyordu ancak bu iş onu formunda ve güçlü kılıyordu.
Konuşurken, çalıların arkasından bir ses geldi ve korktukları halde gidip araştırdılar. Orada ninesi ve kızkardeşiyle birlikte saklanan genç bir çocuk vardı... Onları arabalarına aldılar ancak benzinleri azdı, o nedenle bir benzin istasyonunda durup benzin almaya çalıştılar. Birşeyler içip atıştırmanın zamanıydı, yardım etmekte oldukları aile çok açtı... Bu arada her iki yöne giden askeri kamyonlar görüyorlardı fakat bu kamyonlar daha çok güneye doğru yol almaktaydı...
İşte tam da burada 40’lı yaşlarının ortalarında bir adam yaklaştı yanlarına... Kendisini Yannis olarak tanıttı, o da kayıp oğlu Marios’u arıyordu, onlara oğlunun fotoğrafını göstererek herhangi bir şey bilip bilmediklerini sordu... Hem Evgenios, hem de Filaktis, kendilerinin de aynı nedenle burada olduklarını söylediler, genç adamı herhangi bir yerde görmediklerini belirttiler ve ona Stelyos’un resmini gösterdiler... Günlerdir araba kullanıyorlardı ama hiçbir şey görmemişlerdi. Sohbet ederlerken Yannis, Lisili olduğunu ve ENOSİS’i destekleyen bir sağcı olduğunu anlattı onlara... Karısı endişeler içerisinde hastalanmıştı ancak kendisi oğlu güvende olduğu sürece Türk ordusunun tüm Kıbrıs’ı alsa da umurunda olmayacağını söyledi onlara şaşırtıcı biçimde... Kişisel trajedi anlarında, milliyetçi idealler pencereden uçup gidiyordu...
Cephe hattının gerisinde güvenli bir köye bu insanları bıraktıklarında sık sık iyi silahlandırılmış EOKA B’ci paramiliter askerlerle karşılaşıyorlardı, bunlar bağıra çağıra konuşan, egoları yüksek kişilerdi ancak onları hiçbir zaman cephede, gerçek çatışmaların olduğu yerlerde görmediler.
Filaktis bana sohbetlerinde babamın Stelyos’un Girne’ye geri gitmeye izin vermekten ötürü kendisini suçladığının açık olduğunu anlattı. Bir AKEL üyesi olarak Stelyos darbe esnasında tutuklanmış ve Girne Kalesi’nde öteki sosyalistlerle birlikte hapsedilmişti ancak bir şekilde buradan kaçıp Larnaka’da evine dönmüştü... Ancak birkaç gün sonra, tam da işgalden önce herhangi bir gerekçe belirtmeksizin Girne’ye geri gitmek istediğini söylemiş ve bunda ısrarcı olmuştu.
Nihayet bir gün Filaktis babama cephenin çöktüğünü ve Türk askerlerinin diledikleri gibi ilerlediğini anlattı – artık ailelerini en iyi nasıl koruyup güvence altına alacaklarını düşünme zamanıydı. Babam ona yardımları için teşekkür ederek tam da bunu yapması gerektiğini söyledi. Ancak Filaktis biliyordu ki arkadaşı kendi başına oğlunu aramayı sürdürecekti...
O gece babamın evine döndüklerinde, ilerleyen saatlerde Ayyanni’de büyük bir kamyonun uzaklaştığını gördüler, annem Kadina da çığlık atıyordu şöföre, ciğerlerinin izin verdiği kadar yüksek sesle... Kamyonın arkasında mahalledeki bazı Kıbrıslıtürk evlerinden çalındığı görülen bazı eşyalar vardı... Annem ganimet yapmak yerine, ön cephede savaşmaları gerektiğini bağırarak söylüyordu onlara, işgale ve darbeye yol açan onlardı ve şimdi de bu trajediden para kazanmaya bakıyorlardı... Annemin en sevdiği deyiş, Yunanistan’ın annemiz değil üvey annemiz olduğunu söylemesiydi... Elbette her iki adam da tam olarak ne olduğunu biliyordu, babam çabucak arabadan inerek annemi yatıştırmaya çalışıyordu çünkü yüksek tansiyonu vardı annemin... Filaktis babama baktı ve yalnızca “Yarın aynı saatte” demekle yetindi, babam da kafasını salladı...
Ancak nihayetinde durmak zorunda kaldılar, bir anlamı yoktu bunun. Filaktis bana bunun yerine göçmen kamplarındaki insanlarla konuşmaya karar verdiklerini anlattı. Orada da mümkün olduğunca insanlara yardım etmeye çalıştılar, babamın yapıcı becerileri yararlıydı, oralarda tuvaletler ve diğer ihtiyaçlar için birşeyler kurmaya çalıştılar ve insanlara Stelyos hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordular. Çok üzücü ve insanı depresyona sürükleyen bir durum vardı orada çünkü insanlık trajedileriyle ve çaresiz insanlarla çevriliydiler...
(Dimitris Hacıdimitriu’nun bu yazısı, aslında üç ayrı öyküden oluşan ve bir film çalışmasından bir bölümdür... Bizi kırmayarak, senaryodan bir bölümü öyküleştirdi... Dimitris Hacıdimitriu’nun gerçek hayata dair başka öykülerini zaman zaman bu sayfalarda yayımladık geçmişte... Kendisine çok teşekkür ediyoruz... İngilizce metinden Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN)
Dimitris Hacıdimitriu'nun babası Evgenios ve annesi Kadina, 1990'lı yıllarda...