“Kayıp bir hayatı devralmak…” 1

Sevgül Uludağ

 

“Kayıp” Halil Ziya Desteban’ın torunu, Cemal Balses’in kızı, şair Bedia Balses’den babasının ve ailesinin yaşadıklarını kaleme almasını istedik. Bedia Balses, olağanüstü bir yazı gönderdi bize…

Bedia Balses şöyle yazdı:

“12 yaşımdayken kaybettim hayatımın kahramanını. Bir kış gününde, gözlerindeki delici bakışlarını alıp yanına, bütün şiirlerini toplayıp bavuluna, söylediği-söylemediği bütün şarkıları yarım bırakıp, ayrıldı aramızdan.  Çok sonraları, onun da etkisiyle yürüdüğüm yolumda karşıma çıkan sorular oldu. Bunlar yalnızca bir kızın babasına soracağı sorular değildi. Kıbrıs Türk Müziği ve sporu ile ilgili çalışmalara dikkatlice bakıp, burnumu sokmaya başladığımda o yanıtların babamda da olduğunu ama bizim hiç o konuları konuşacak zamanımızın olmadığını anladım.  Neye, ne kadar vaktimizin olduğu hiç belli değil...

Sonradan öğrendim ki kaybedilen yaşta kalırmış hep insanın duyguları. Neye sahip olursa olsun ve kaç yaşına gelirse gelsin hiç kapanmazmış o boşluk. Hep bir yanı eksik bir çocuk kalırmış insanın içinde. Çocuklukta hayatla aramda açılan bir kara deliği sıvamaya, kapatmaya çalıştıysam da,  hep bir yerlerden sıvalarımın düştüğünü  ve insanın ancak  acılarla yüzleşmeye başladığı zaman başını dimdik tutabildiğini öğrendim. 12 yaşıma kadar sürdürdüğüm mutlu çocukluk ve huzurlu, gürültüsüz, patırtısız aile ortamı bana çok şey kazandırdı. Bunun değerini büyüyüp, evlenip, aile kurup, anne olduğumda öğrendim.

Babam 24 yaşında babasız kalmış. 17 Mayıs 1964’de Dedem Halil Ziya’nın (desteban) Rumlar tarafından kayıp edilmesine kadar da -maddi zorlukları olmalarına rağmen- çok güzel bir aile ortamında büyümüş. Ailecek dile karşı kabiliyetleri vardı. Babam, dedem, amcalarım İngilizce’nin yanında özellikle Rumca’yı ana dilleri kadar iyi bilirlermiş. Bunda dedemin onca maddi zorluğun arasında oğullarına öğretmen tutarak daktilo, lisan dersleri aldırmalarının da rolü büyükmüş. Babam, bir şiir, spor ve müzik tutkunuydu. Rumca’yı Türkçe kadar iyi bilir, iki dilde çeviri yapar, Rumca şiir yazar, şarkı söylerdi. O, bir şair ve müzisyendi.

Çocukluğuma dair hatırladığım en belirgin fotoğraf, mutfak masamızın etrafında mutlu aile yemeklerimiz olmuştur. O sofralarda çok şey yaşadık, çok anı biriktirdik, çok hatıra devraldık. O yemekler hep uzun saatlere yayılırdı. Mutlaka konu güneydeki evimizden, köyümüzden, komşularımızdan, dedemin kayıp edilmesinden açılırdı ve babamla annem bir arkası yarın dizisi gibi hemen hemen her gün bize yeni olaylar, anılar, hikayeler anlatır dururlardı. Babam erken gideceğini mi hissetmişti ne, bize dedemizi, köyümüzü, yaşadıklarını, az bir vakti varmışçasına anlatır dururdu. Nerden geldiğimizi, geçmişimizi, acılarımızı öğretirmiş aslında, bunu çok sonra anladım.

Hiç görmediğimiz ama babamda yaşayan dedemiz 1964 yılında kayıp olmuştu. Bu, babamı,  nenemi ve kardeşlerini derinden etkilemişti. Biz ise, onların çocukları, torunları olarak bu kayıp öyküyü,  trajediyi devralmıştık sanki.

Kayıp bir yakınınızın olması ne demek biliyor musunuz? Ya aslında olmadığı halde bir umudu taşımanın ağırlığını? İnsanı tüketen ve yiyip bitiren bir umut bu… Nasıl olur demeyin.

“YA YAŞIYORSA??” umudu bu.

Cenazesini yapamamak, ona veda edememek, son görevlerini gerçekleştirememek, acısını eskitememek demek. Ya bir gün çıkıp gelirse diye bir umuda bir ömür harcamak demek. Bir nevi önüne bakamamak, geçmişle hesabını kapatamamak, “düşmanını” affedememek demek. Hiç olmayacak olasılıklara tutunmak ve kendi hayatına tam olarak kendini verememek de demek. “Ya hafızasını kaybetmiş ve bizi bulamamışsa, ya başka bir ülkedeyse, ya üşüyorsa, yaralı ise, bizi arıyorsa…” sorularını içinde yaşatmak demek bu! Bizzat bunun böyle olduğunu babamda yaşadım. Her sabah, her akşam, her güzel olayımızda, o çok sevdiği insanın nerede olduğu düşüncesi bir kara çalı gibi girdi hayatına. Böldü uykularını, gülümsemesini.

Yıllarca bu olasılıklar, düşünceler, acılar içinde büyüdük biz. Babam 24 yaşında babasız kalmıştı, o ise bizi bırakıp gittiğinde 42 yaşındaydı.

 

DEVAM EDECEK