Davlos’tan alınarak Livadya’da (Sazlıköy) “kayıp” edilen papaz Papahrisostomos Hristofi Karayorgi’nin biricik oğlu Hristakis Hristofi anlatıyor…
Hristakis Hristofi bana İngilizce’ye çevirdiği birkaç sayfa da getirmişti bir kitaptan. Bu kitap Davloslu bir Kıbrıslırum tarafından Rumca olarak yayımlanmış ancak kitapta geçen bazı olaylar üzerine çıkan tartışma sonrası, kitap yazarı tarafından satıştan kaldırılmıştı… Köydeki yaşamı yansıtan bu birkaç sayfalık yazıyı da Türkçeleştirip sizlerle paylaşmak istiyorum… Ondan sonra da Davlos’tan alınarak Livadya’da (Sazlıköy) “kayıp” edilen “Davlos papazı” Papahrisostomos Hristofi Karayorgi’yle ilgili olarak biricik oğlu Hristakis Hristofi’yle yapmış olduğumuz röportajımızı yayımlayacağız…
Bir Kıbrıslırum’un tuttuğu (adı yanımızda mahfuz) Davlos günlüğünden bazı sayfaları okurlarımız için Türkçeleştirdik… Bu günlükten bu sayfalar şöyle:
“26 Ağustos 1974
Vogolida köyünden adam sabah erkenden uyandı ve köyüne geri döndü. Bir süre sonra babam, köy papazı ve üç-dört damla birlikte arabayla kıyıya giderek ölüyü gömdü. Ölü adamı kıpırdatmak mümkün değildi çünkü çok kötü kokuyordu. Papazın duaları ve kısa bir törenden sonra bulunduğu yere gömdüler bu ölüyü ve alelacele oradan ayrıldılar çünkü Türk ordusunun onları görmesinden korkuyorlardı.
Sabah saat on civarında köy meydanında birkaç Türk askeri gördük. Evlerimizden ayrılarak geceleri uyumaya gittiğimiz eve gidip saklandık. Herkesin köy meydanında toplanması için emir vermişlerdi… Böylece hepimiz de köy meydanında toplandık. Bir Kıbrıslıtürk’ün bizimle konuşmak istediğini söylüyorlardı. Bize takdim edilen bu Kıbrıslıtürk, Mağusa’nın “kaymakam yardımcısı” olarak takdim edilmişti. Adı F… idi. Bir süre bize konuştu ve sonra da bize herhangi bir şikayetimiz olup olmadığını sordu.
Biz de ona köyde meydana gelen hırsızlıklar ve verilen zararlardan söz ettik. Bize bu konularda hükümetler anlaşmaya varıp da her şey yoluna girdiğinde çok para verileceğini, herkesin de bol bol tazmin edileceğini anlattı. Bundan sonra kendisine öldürme olayından bahsettik. Bize bunun telafi edilemeyecek bir şey olduğunu söyledi. “Tek yapabileceğim şey, bundan sonra artık size hiç kimsenin zarar vermeyeceği hakkında güvence vermektir. Eğer birisi size zarar verecek olursa onu buraya getirip önünüzde öldüreceğim” diye konuştu. Sonra köylülerden biri köyün dışında bulunan tarlalarımıza gidip gidemeyeceğimizi sordu ve o da “Evet, köyün dışındaki tarlalarınızda çalışmaya gidebilirsiniz ancak köyden fazla uzaklaşmayınız” dedi.
O anda ona eşlik eden bazı askerler bir araçla oraya geldiler. Arabanın sahipleri bu askerlerin arabaya el koyacaklarından korktukları için F.’ye kendilerinin arabanın sahibi olduklarını söylediler. F. Askerlerle Türkçe olarak konuştu ve sonra bize dönerek “Bir sürücüye ihtiyacımız var, askerleri Kantara’ya götürsün ve sonra da bu arabayı köye geri getirsin çünkü onların buraya gidebilecek başka yolu yoktur” dedi. Birkaç saniye geçti ve kimse de ağzını açıp şöförlük yapacaklarını söylemedi çünkü altı tane Türk askeriyle bir araçta seyahat etmekten korkuyorlardı. Sonra köyümüzden bir adam “Tamam, ben sizi oraya götürürüm” dedi. Arabaya bindi ve oradan ayrıldılar, biz de evlerimize döndük. Gerçeği söylemek gerekirse, F.’nin söylediklerine güvenmiştik ve o noktadan sonra artık sorun çıkmayacağına inanmıştık. Ruhumuz rahat bir nefes almıştı kısacası… Bir saat kadar sonra köylümüz geri döndü. Kantara’ya girmesine izin verilmemişti, böylece askerler Kantara’nın biraz dışında araçtan inip gitmişlerdi…
17 Eylül 1974
Bugün kimse tarlasına gitmedi çünkü Türklerin geri gelmesini bekliyoruz, tıpkı dün söyledikleri gibi… Bu kez hazırlanmak için yeterli zamanımız vardı. Giysilerimizi küçük çantalara doldurduk ve en yenilerini de üstümüze giydik. Paramızı üstümüzde güvenli yerlere sakladık. Bazıları paralarını paltolarının astarına veya pantolonlarına diktiler, bazıları bebeklerinin giysilerine sakladılar, yoklanma tehlikesi olmayan yerlere… Öğlen oturup yemek yedik, bir önceki gün olduğu gibi oraya aç gitmemek için ve sonra da bekledik.
Saat 12’de H. gene geldi adamlarıyla ve bizlere köy meydanında toplanmamız için emir verdi.
Derhal evlerimizdeki ahırlarımızdaki hayvanları serbest bıraktık, ansızın bizi buradan kaldırırlarsa ahırlarda ölmesinler diye. Çantalarımızı aldık ve yola koyulduk… Onbir yaşındaki bir oğlan çocuğunun gitmek istemeyişini, annesinin onu elinden tutup çekmesini hatırlıyorum, çocuk annesine “Hiçbir yere gitmeycem, burada kalıp öldürülecem ama köyümü terketmeycem” diyordu… Ancak sonuçta başka seçeneği olmadığı için annesini takip etti… Köy meydanında toplandık… Bu kez aramızda hiç eksik yoktu. H. tekrar isimlerimizi çağırdı teker teker ve kimsenin eksik olmadığından emin olunca, bize yola doğru gitmemizi söyledi.
Yola doğru gittik ve yol boyunca 25 metre kadar uzanan düz bir çizgi halinde durduk… Askerler bize saflarımızı sıklaştırmamızı söylüyordu, aynı zamanda köy meydanında, üstümüzde duruyorlardı, silahlarını bize doğru çevirmişlerdi, sanki bizi kurşuna dizecekmiş gibi yapıyorlardı. Bu noktada kadınlar arasında bir mırıltı başladı, Tanrı’ya ve azizlere dua ediyorlardı herhalde… Birkaç saniye boyunca askerler bu şekilde durdular ve sonra silahlarını kurdular… Silahların kurulduğunu duyan birkaç kadın çığlık attılar, bir tanesi de düşüp bayıldı. Bir süre sonra H. bize beklememizi, komutanının gelip bizimle konuşacağını söyledi. Aradan yarım saat geçmiş olmalıydı, komutan hala gelip bize konuşmamıştı… Bu noktada H. bize dönerek “Sizi güneş altında beklettiğim için üzgünüm ancak komutanın size konuşma yapması zorunludur. İki askeri Kantara’ya gönderecem, baksınlar, belki de komutan hasta olmuştur” dedi.
Bundan sonra derhal Fiat’a binen iki asker Kantara’ya doğru yola çıktılar. Birkaç dakika sonra H. kibarlık göstererek kadınlara “İsterseniz oturabilirsiniz” dedi. Böyle demekle erkeklerin oturmaya izinleri olmadığını ima ediyordu. Biz gençler yaşlı insanların arkasında duruyorduk, H. bizi görmesin diye çünkü hiç nedensiz bizi tutuklayabilirdi, olduğumuz yerde oturduk. Bizden üç dört metre kadar uzakta tarımda kullanılan türde bir trolli vardı. Köylülerimizden biri oraya giderek, gölgesine sığındı, oturdu. Bir asker onu görünce silahını ona doğrulttu ve bu gölgelik yerden çıkmasını söyledi. Bu arada serbest bıraktığımız hayvanlar yollarda koşmaya, alçak evlerin damlarına tırmanmaya başlamışlardı… Bu hayvanları gördüğümüzde onlar için ne kadar çaba harcamış olduğumuz aklımıza geldi, bir saniyede tümünü de kaybediyorduk…
Böyle düşüncelere dalmışken bir arabanın geldiğini gördük. Araba gelerek önümüzde durdu ve o zaman içindeki adamın bize Mağusa’nın “kaymakam yardımcısı” olarak takdim edilmiş olan ve bizlerle 26 Ağustos’ta konuşmuş olan F. olduğunu gördük. F., H. ile birkaç cümle Türkçe konuştu ve sonra başını öfkeyle salladığını gördük. Şöförü arabayı çalıştırdı ve gittiler. Bir süre sonra Fiat araba geri geldi. Askerler arabadan indiler ve H.’ye birşeyler anlattılar. H. bir süre düşündükten sonra bize hitap etti ve “Size üzülerek söylemek isterim ki komutanımız hastaymış, o nedenle gelip sizinle konuşamayacak. Aranızda bana bir şeyler söylemek isteyen var mıdır?” dedi. Bu soru üzerine aramızda İngilizce konuşabilen köylümüz A. ona dönerek “Komutanınız hastalandığı için üzgünüz, umarız yakında iyileşir” dedi. H. de ona “Teşekkür ederim” dedi.
Sonra da bize beslediğimiz askerleri kendisine vermeye karar verip vermediğimizi sordu. Sözlerini bitirdiği zaman bir köylümüz ona, “Bay H., konuşabilir miyim?” diye sordu. “Evet, söylemek istediğini söyle” dedi ona H. Bu köylümüz de H.’ye şöyle dedi:
“Biz asker saklamıyoruz ve köyümüze Türk ordusu geldiği günden bu yana da asker falan görmedik. Sence biz üçyüz kişi beş-on asker için kendi hayatımızı tehlikeye atacak kadar deli miyiz? Eğer bize asker olsaydı veya çevrede asker görseydik, memnuniyetle onları size verirdik. Eğer asker sakladığımızı düşünüyorsanız istediğiniz gün gelin, hatta şimdi birlikte gidelim ve dağları birlikte arayalım. Eğer asker bulursak, yalnızca onları değil, bizi de tutuklayabilirsiniz. Eğer bu kuşkularınızı dün köyde bulduğunuz beş fırını dolduracak kadar ekmeğe dayandırıyorsanız, o zaman üçyüz kişi için bu ekmeklerin bir hafta bile yetmeyeceğini size söyleyebilirim…”
Elbette bu adam söylediklerinde ciddi değildi, bunları köyde asker olmadığına inandırmak için söylemekteydi. H. bir süre düşündü ve ona yanıt verdi:
“Anlamadığım tek bir şey vardır, askerler taze ekmeği nereden buldular… Vogolida köyünde insan yok, Ardana’da da yok, Kantara ’da da yok. Bu da askerlerin ekmeği sizden aldığını gösterir. Sizlere 24 saat daha süre veriyorum, düşünün ve askerleri bize verip vermeyeceğinize karar verin. Eğer yarın buraya geleceğim saat olan öğlen saat bire kadar onları burada hazırlamazsanız, olup biteceklerden siz sorumlu olacaksınız. Sizi köyünüzden kaldıracağım ancak sizi aynı yere yerleştirmeyeceğim. Ailelerinizi böleceğim… Erkekleri Galatya’ya, kadınları da başka bir Türk köyüne, genç kızları da başka bir yere götüreceğim. Düşününüz ve yarına kadar bana cevap veriniz. Size söyleyecek başka bir şeyim yoktur. Şimdi evlerinize dönebilirsiniz…”
Çantalarımızı aldık ve oradan ayrılmaya başladık ancak aniden H. geri geldi ve erkeklere “Sakın kaygılanmayın, sigara bulup yarın size getireceğim” dedi. Duyduklarımıza inanamıyorduk. Bir dakika önce bizi köyden atacağını ve şunu ve bunu yapacağını söylüyor, bir dakika sonra da erkeklere kaygılanmamalarını, onlara sigara getireceğini söylüyordu.
Köyden bizi atmayacaklarına inanmaya başlamıştık – bundan neredeyse emindik…
Onlar köyden ayrılmadan önce birkaç köylümüz genç bir askere yaklaştılar ve Kıbrıslırum askerlere yardım etmediğimizi izah ettiler. “Tamam” dedi asker, “ben size inanıyorum ama H. size inanmıyor…”
Köy meydanından ayrıldığımızda saat ikindi vakti beşbuçuğa gelmişti… Bugün de güneşin altında birkaç saat geçirmiş olduk… H. böylece, tehditleriyle eğer asker saklıyorsak onları kendisine teslim edeceğimizi düşünüyordu…”
Bu Kıbrıslırum’un günlüğünden bazı sayfalar işte böyleydi…
DEVAM EDECEK