“Kayıp” İsmail Bekir için cenaze töreni Boğaz’da yapılacak… (2)

Sevgül Uludağ

Haziran 2012'de bu sayfalarda yayımladığımız röportajlarımızla, "kyıp" İsmeil Bekir'in sevgili eşi Fatma İsmailoğlu ve sevgili kızı Ülfet Canseç'in söylediklerine geniş yer vermiştik.

O günlerde yazdığımız yazının devamı şöyle:

Fatma Hanım 1963’te köyü Pelatusa’da herhangi bir çatışma olmadığını anlatıyor, “Ama bize Aysero köyünden göçmen geldiydi” diyor. “Bizim köye yakındı Aysero... Pelatusa, Türk köyüydü, Poli köyü karmaydı... Hirsofu hep Türk idi, Melandra, Melatra vardı, Anadyu vardı, onlar hep karışıktı... Bizim köydü karışık olmayan” diyor...

Pelatusalı Kıbrıslıtürkler, gerek Poli’deki, gerek diğer karma köylerdeki Kıbrıslırumlar’la karışırlarmış, “Gelirlerdi bizim köye, bizimkiler onların köylerine giderdi... Karışırlardı yani... Ama 63’ten sonra biraz geri çekildiler...” diye anlatıyor...

Arkası dağ, önü deniz Pelatusa gibi harika bir yerden Lefkoşa’ya gelin gelen Fatma Hanım, “Alıştım” diyor “Lefkoşa’ya... Biraz zor oldu ama alıştım... Biz da Tatlıcı Rüstem’in karşısındaki evde otururduk. Evde görümcem vardı kocasıyla, ben, kaynanam, kaynatam, eşim...”

1967’de oğlu Ayhan, ardından kızı Ülfet 1968’de  ve sonra da Aysan 1970’te dünyaya gelmiş...

“Nasıl bir insandı kocanız?” diyoruz...

“Benim kocam çok iyi bir insandı, çok iyiydi yani” diyor... “Neler yapardı? İşe giderdi, işten gelirdi, yemeğini yerdi, yıkanırdı. Balık avlamayı çok severdi, tüfeğnan... Giderdi... Girne’ye giderdi, sonra bizi götürürdü çocuklarınan... İskele’ye giderdik, Girne’ye giderdik, Garagız diye bir yer vardı, oraya giderdik. Orada balık da tutardı... Herşeyi yerdi... Kuru böğrülce, soğanla kavrulmuş, bunu çok severdi. İlk haşlan böğrülceyi, iyice pişer, ondan sonra zeytinyağını koyan, soğanı kesen, biraz kızarır soğan, döken böğrülceyi da içine, çevirin kendini bir iki defa... Çok güzel bir yemektir... Pelatusa’dandır bu yemek... Bu yemeği çok severdi...”

Arabahmet’te kalmışlar, ardından Yediler’de, sonra da Çağlayan’ın arka tarafında belediye evciklerinde kalıyorlarmış 1974’te...

1974’te savaş çıkınca önce Göçmenköy’deki kaynının evine, ardından da yollar açılınca, ortalık biraz yatışınca Kumsal’daki ablasının evine gitmiş Fatma Hanım... “Ondan sonra bize bu evi verdiler” diyor, Deniz Plaza’nın arkasında, Kızılbaş bölgesindeki evi kastederek...

Eşi “kayıp” olduktan sonra bir daha Çağlayan’ın arkasındaki evine gitmemiş:

“Bir daha gitmedim, gidemedim o eve” diyor. “Doğrudan buraya geldim. Eşyaları da bıraktım hep... Zaten eşyaların çoğunu sattıydık çünkü Avustralya’ya gidiyorduk... Biletlerimiz da hep kesilmişidi, hazırlanırdık gidelim, savaş çıktı ve gidemedik. Sünnet ettik çocukları, çocuklar sünnetli, başladı 15 Temmuz Rum’un savaşı, biz da masalar kurduyduk, yerdik içerdik, başladı kurşunlar yağmaya... Geldi görümcemler kaptı çocukları, böyle yerde sürüne sürüne, sürüne sürüne kaçtık, gittik Göçmenköy’e... Görümcemin adı Pembe... Kaynım Nurettin Bey’de kaldıydık, beyim şehit olduktan sonra da ablama geldiydim” diyor.

Darbe olunca İsmail Bekir’i askerliğe çağırmışlar ve gitmiş... “En son o zaman gördüm kendini” diyor...

“Doğrudan bölüğüne gittiydi, Yaman Taburu’na, Boğaz’da. Askerliğini Boğaz’da yaptıydı... En son gördüğüm o... Haber almadım... Yalnız benim kocamın dayısı vardı Beyzade, o dedi ki ‘Ben cesedini gördüm kamyonun içinde, çevirdiğimde da baktım’ dedi, ‘gördüm ki odur ve tekrar geri çevirdim’ dedi. Ama niye sahip çıkmadı?  Onu anlayamadım... Tekke Bahçesi’nde gömülüdür deyiyor...”

“Biz şu Göçmenköy’de kalırdık, çocuklara hamur yoğururduk ve biddacık yapardık çünkü ekmek kalmadıydı... Geldi bir komuşu, benim haberim yok tabii... Sakine’ydi adı, şimdi öldü, yoktur... Bakar bakar yüzüme ağlar, bakar bakar yüzüme ağlar... ‘Noldun da ağlan?’ dedim, söylemedi bana. Meğer onlar duymuş benim kocam şehit oldu... Bilemem, kim nasıl söylediydi bana... Sonra biz Boğaz’a gittik görümcemnan, Pembe görümcemnan... Boğaz’da Mersin’deki hastaneyi aradılar, hastaneden ‘Bu isimdeki kişi bizde yatmaktadır’ dedi... ‘İstersan seni yollarız Mersin’e’ dediler. ‘Tamam, gideyim çocuklarımı halledeyim da ona göre’ dedim. Komutan bana, “Madem ki orada yatır, istersan sana helikopter kaldırayım, seni göndereyim” dedi bana. Ben döndüm kendine “Üç tane çocuk vardır, lazım ben gideyim, onları tertipleyim, yarın geleyim” dedim. Hatta benzinimiz da yoktu ve bir tank da benzin verdi bize asker, geri gelelim diye. Ertesi günü gittiğimde, “Mersin’deki hastanede yatan, isim benzerliği” dedi. “Matyat değil Malatyalı’dır hastanede yatan” dendi. Ama isim nasıl oldu, ben onu anlayamadım, onun da ismi İsmail Bekir olsun... Onu anlayamadım... Sonra Ağırdağ’ın mezarlarını açtırdık... Boğaz’da şehit olduğu için, şehitleri Ağırdağ’a gömdülerdi... Bir adam vardı, Değirmenci derlerdi kendine, Yorgoz’da otururdu bu adam, benim kocamla beraberdiler, benim kocam havancıydı. Bunların havan mermileri bitmiş. Değirmenci, “Git be İsmail, al Boğaz’dan mermi da gel” demiş kendine. O da “Yok, ben buraşta kalayım, sen git al da gel” demiş. Değirmenci, “Döndüğümde vurulmuş gördüm kendini” dedi. Omzundan vurulmuş...

Sonra Ağırdağ’daki mezarları açtırdık... Boğaz’da şehit olanları Ağırdağ’a gömdülerdi... Altı ay sonra açıldı mezarlar, ben istediydim, bulamadıydık çünkü İsmail’i... Mezarların açılmasını istedim, kabul ettiler. Ben da gittiydim... Altı ay aradıydık yani... Ben da gittim, mezarların başında durdum bir bir şu açarlardı... Hatta ondan sonra asaplarım bozulduydu çünkü açılan bütün mezarların başında durduydum bir bir, kolay değildir... 15-20 mezar vardı, hepsini açtırdım... Altı ay sonra açıldı mezarlar ve hiç erimediydi şehitler, düşünebilin? Kimisinin botları ayağında... Ağırdağ’ın dışındaydı bu mezarlar... Bulamayınca umut kaldı içimde, yıllarca beklerdik her an çıkıp gelebilir diye... Belki yaralıdır, Türkiye’dedir, belki iyileşecek gelecek, hep bu umutla yaşadık yıllarca... O zamandan şehit diye kaydettilerdi eşimi... “Kayıp” olarak nasıl kaydettiler, onu da anlatayım size: Şimdi Rumlar’ın kayıpları vardı ya, bizimkilerin da mezarı olmadığı için, Kayıp Şahıslar’dan geldiler ve “kayıp” diye yazdılar. Ben Rum tarafına da gittim, hep gördüm fotoğrafları... DNA için kan verdiydik o zaman... Resmini bulduk orada, kim verdi bilmem... Herhalde bizdeki Kayıplar Komitesi verdi...”

“Kayıp” İsmail Bekir’in eşi Fatma İsmailoğlu ve kızı Ülfet Canseç anlatıyor... Onlarla röportajımızın devamı şöyle:

 


İsmail Bekir, nikah töreninde sevgili eşi Fatma hanım ile...

ÜLFET CANSEÇ: Kıbrıslırum Kayıplar Komitesi’ndeki Kıbrıslırum yetkili, babamı tanıyordu Matyat’tan ve bize resmini çoğalttı verdi... Çok ilgilendiydi bizimnan...

 

FATMA İSMAİLOĞLU: Çok ağladı o Rum benimnan beraber... Tanırdı kocamı...

 

SORU: Herhalde Kallis’ti bu... Çünkü Dali-Bodamya yöresinde iyiydi ilişkileri Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın... Elbette faşistler vardı tek tük, her yerde olduğu gibi...

ÜLFET CANSEÇ: Bir savaştı... Herkes kendini korumak için birbirini öldürdü... Bu var yani... Bir savaş esnasında ben da çoluğumu çocuğumu, sevdiğim insanları korumak için birisini öldürmeyi göze alabilirim. O adam bizimle nasıl ağladı, inanamazsınız... Demek ki onların içinde de çok iyiler var, tıpkı bizde olduğu gibi... Ama faşistler da var, dediğiniz gibi... Her iki tarafta da var...

 

SORU: Her iki tarafta da faşistler var, kadın, çoluk çocuk dinlemeden kestiler her iki tarafta da, ne tecavüzler, ne katliamlar...

FATMA İSMAİLOĞLU: Hatta döndü o Rum dedi bana, “Sizin kaynatanızın bir tarlası vardı, içinde maden vardı, şirket kaç sene çalıştırdı, yenile kapattılar” dedi bana, “şirket bankaya para yatırdı kaynatanızın tarlasını kullandığı için, arayınız” dedi. Hiçbiri aramadı, durur yani...

 

SORU: Kocanız “kayıp” olduktan sonra ne yaptınız? Ben tahmin ederim ki herhalde siz çalışmazdınız 1974’e kadar... Sonra ne yaptınız, nasıl geçindirdiniz üç çocuğu, nasıl hayatta kaldınız?

FATMA İSMAİLOĞLU: Söylediğim gibi sana, ablamın yanına gittiydim. Ablam Letife... Tünay Beton var doktor bilirsan, onun annesi... Ben ablamın yanındaydım, sonra geldim buraya... Cemal Bey vardı, şehitlerin başkanı, geldi ablama, gördü beni onda, ablamla komşuydular, konuştular... Ablam tanıştırdı... “Niçin gidip yazdırmazsınız da alsın parasını?” dedi bu Cemal Bey... Ve adam beni yazdırttı... İlk çok az verirlerdi, ufak bir şehit maaşı, gerçi şimdi da çok değil ama onunla idare ederik...

Sonra geldik buraya... İlk naylon fabrikasında çalıştım, Kaymaklı yolunun üstünde, mezarlık da var ya orada... Orada çalıştım... Sonra ondan çıktım, kot dikiminde çalıştım. Ondan çıktım, Varlık Kulübü var, orada çalıştım... O arada, Varlık Kulübü’nde çalışırken, buradaki bankayı temizlerdim akşamüstleri. Gelirdim ondan, giderdim, bankayı temizlerdim. Üç tane çocuk, aynı zamanda okurlardı, mecburudum yani işleyim...

Bir da sana şunu söyleyim: Benim kardeşlerim bana çok baktı... Üç tane kardeşim vardı İngiltere’de, bana çok çok baktılar... Onların sayesinde ayakta durdum ben, kolay değil üç tane çocuk okutasın...

 

ÜLFET CANSEÇ: Çok şükür, annem evlenmedi, hep bize baktı, bizi yetiştirdi...

 

SORU: Ama beklerdi diye evlenmedi zaten...

ÜLFET CANSEÇ: Annem hiçbir zaman umudunu kesmedi, ne da biz... Ben açık söyleyeyim, ben bulunmasını isterim bir taraftan, bir taraftan da yüreğim der ki “Bulma! O umut hep içinde olsun...”

Bu kapılar açıldığında, herkes Rum tarafını merak ederdi. Ben ne isterdim bilir misiniz? Gideyim ve babamı bulayım... Arabalar geçerdi, Rum arabaları ve benim gözüm Rum arabalarındaydı, acaba babam bunların içinde mi? Acaba bulabilecek miyim? Çok, çok umut besledik... Yıllarca... Ben hala daha da, söylerim size ama babamın öldüğüne inanmam. İnanamam...

PAZARTESİ DEVAM EDECEK