Maraş kütüphanelerinden “kayıp” edilen kitaplarla ilgili araştırmalarımızı, yazdıklarımızı, gerek Ulus Irkad’ın bu yönde vermiş olduğu mücadeleyi, gerekse Mitsos Marangoz’un ailesinden rahmetlik Niki Marangu ile halen yurtdışında yaşayan Marina Marangoz’un yazdıklarını gören bir Kıbrıslırum okurumuz bizimle temasa geçerek “Kayıp kitaplarımızın bulunması için yardımınızı istiyoruz” dedi.
Sözkonusu Kıbrıslırum okurumuz, halen Minareliköy (Neahorgo Kitrea) Kıbrıslırum Toplumu Kütüphanesi yetkililerinden birisi – kendisi bu kütüphaneye danışmanlık yapıyor gönüllü olarak…
1974’te “kayıp” edilen kütüphanedeki 500-600 civarındaki kitabın bulunarak kendilerine iade edilmesi için bizden bu konuyu okurlarımıza duyurmamızı ve böylece yardım etmemizi isteyen Kıbrıslırum okurumuz, bize gönderdiği yazıda özetle şöyle dedi:
*** Nea Horgo Kitrea (Minareliköy) Kıbrıslırum Toplumu Kütüphanesi, Şubat 1970’te kurulmuştu ve OCHEN (OXEN) binasında bulunmaktaydı – bu bina, Ayios Haralambos kilisesinin yanında, köyün tam merkezinde idi.
*** Ağustos 1974’te Toplum Kütüphanesi’nin raflarında 400-500 kadar kitap bulunmaktaydı…
*** Kıbrıslırum köylüler köyü Ağustos 1974’te terkettikten sonra kütüphane dağıtıldı ve bizler bu “kayıp” kitapların akıbetini bilmiyoruz…
*** Savaştan birkaç sene sonra bu kütüphaneden bazı kitaplar – bunlar toplam 61 tane idi – Girne’de ve Mağusa’da bulunarak bize geri verilmiş ve şu anda bizde bulunmaktadır
*** Kitaplar gibi kültürel emtianın sahiplerine iade edilmesi yönünde göstermekte olduğunuz çabaları gördük, bu yüzden sizi bu konuda bilgilendirerek, yardımınızı istemeye karar verdik.
Sözkonusu Kıbrıslırum okurumuza, bizimle temasa geçmiş olduğu için çok teşekkür ediyoruz.
Bize ayrıca kendilerine iade edilmiş olan kitapların iki de fotoğrafını gönderdi, bu fotoğrafları da okurlarımız görsün diye sayfamıza alıyoruz…
Biz de Minareliköylü arkadaşlarımıza çağrıda bulunarak kendilerinden yardım istirham ediyoruz.
Eğer Minareliköy Kıbrıslırum Toplumu Kütüphanesi’ndeki “kayıp” kitapların yerini biliyorsanız veya tesadüfen sizin elinize geçtiyse bu kitaplar, lütfen bizi arayınız – bizi isimli veya isimsiz olarak 0542 853 8436 numaralı telefondan arayabilirsiniz…
Bu kitapların akıbetini öğrenerek mümkünse bunları sahibi olan Minareliköy Kıbrıslırum Toplumu Kütüphanesi’ne iade etmek, onlar için anlamlı, bizim toplumumuz için ise gönüllü ve insani bir hareket olacaktır…
Yardımlarınızı bekliyorum…
“Sormadığımız sorular ve Yeşilçam’dan gerçek öyküler…”
Alin OZİNİAN
*** Yerli sinemaya bir süre sonra “Türk Sineması” denmeye başlandı. 1960-80 arasında altın çağını yaşayan Türk Sineması adı “Türk” olmasına rağmen, oyuncularının önemli kısmı azınlıklardan; Ermeni ve Rum’un yanında Kürt, Arap, Laz, ve Çerkeslerden oluşuyordu…
Türkiye’de azınlık hakları, Kürt konusu, kısaca “ötekinin” teslim edilmeyen hakları konuşulurken, kendini eski Türkiye’nin sahibi sayan kent soylu-laik-milliyetçi kesimin, beni her seferinde dehşete düşüren bir cümlesi var.
“Eskiden kardeş gibiydik, kim Ermeni, kim Rum, kim Alevi bilmezdik, sormazdık…” diyorlar geçmişi yücelterek AKP politikalarını eleştirirken.
Bilmemek başlı başına bir sorun, sormamak ise daha sinsice.
Bir Ermeni, Rum ya da Yahudi adını değiştirmemiş, kültürünü sandıklara gömmemiş, anadilini sizden gizlememiş ise onun “farklı” olmasını anlamamak gibi şansınız yok.
“Kim öteki bilmezdik eskiden,” demek aslında; asimilasyon politikamız tıkır tıkır işliyordu, herkesi Türk varsayıyor ve Türkleştiriyor, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları yapıyor, sinmeleri için yeri geliyor yağmalıyor, yeri geliyor uyduruk kanunlar ile ellerindeki avuçlarındaki alıyorduk, onlar da buna ses çıkarmıyorlardı ve biz onların aslında kim olduklarını hiç bilmek istemiyor, onların da bunu unutmasına çok seviniyorduk anlamına geliyor.
Cumhuriyet’in “eşitlikçi” politikalarına göre aramızda “ayrı-gayrı” olmaması için tek çözüm yolu vardı; hepimizin Türk olması veya Türkmüş gibi yapması.
Tabi bu gerçekçi bir politika değildi, çünkü devlet onlar ne kadar Türküz deseler de, onların Türk olmadığını bilecek, etnik kimliklerini nüfus kütüklerine soy kodları ile işleyecek, bu “potansiyel tehlikeyi” kontrol altında tutacaktı.
Kısaca Türküm demekle, kendi kimliğini inkâr etmek ve hatta Türk olmakla da çözülmeyecekti sorun.
Türkiye Cumhuriyet’i yurttaşı olmak, memleketi sevmek, yurttaşlık temelinde tüm sorumlukları yerine getirmek “ötekiliği” yok etmeyecekti.
Tek çözüm, aklı başında, uslu, uyumlu bir öteki olmaktı. Her şeyi görmemek, duymamak, kendinden bahsetmemek, hakkını aramamak “ekmeğini yediğin ülkeye” layık olmanın esas yoluydu.
Birçoğumuzun büyükleri böyle yaptılar çok sevdikleri memleketimizde yaşamaya devam etmek için, bir çoklarımız hala yapmaya devam ediyor.
Yeşilçam, temiz ve ölümsüz aşkların, derin ve kuvvetli aile bağlarının, komşuluğun, dostluğun ve sevginin tüm kötülükleri yendiği klişelerinin sinemasıydı. Büyükler için “melodramik masallar” üreten Yeşilçam sineması çok sevildi Türkiye’de. Herkes gibi “ötekiler” de çok sevdi onu.
Ahlaki mesajlar, genellemeler, akıl almaz rastlantılar, kaderin abartılı cilveleri, kalıplaşmış olay örgüleri ile dolu; cinsellikten uzak iyi kadınlar, iyi kadınların erkeğini baştan çıkaran şuh kötü kadınlar, yakışıklı erkekler, üvey anne-baba elinde büyüyen bahtsız çocuklar, babacan amcalar, tonton teyzeler, çekici doktorlar, merhametsiz yabancılar, züppeler, bahçıvanlar, uşaklar, ahçılar, arasında gerçeklikten uzak ama birbirine çok benzeyen hikayeler…
Yerli sinemaya bir süre sonra “Türk Sineması” denmeye başlandı. 1960-80 arasında altın çağını yaşayan Türk Sineması adı “Türk” olmasına rağmen, oyuncularının önemli kısmı azınlıklardan; Ermeni ve Rum’un yanında Kürt, Arap, Laz ve Çerkezlerden oluşuyordu.
Azınlıklar sadece kamera önünde değil, gerisinde de oldukça başarılıydılar. Gayrimüslimler Osmanlı döneminde de sahne sanatlarında ön plandaydılar, özellikle kadınlar.
Yeşilçam’da kimliği gizlenen, ismini değiştirmek zorunda kalan Ermeniler o dönemin seyircisi tarafından oldukça çok sevildi. Bu seyircinin büyük kısmı yukarıda bahsettiğim “Eskiden kardeş gibiydik, kim Ermeni, kim Rum, kim Alevi bilmezdik, sormazdık…” diyenlerdi.
Nubar Terziyan aralarından sıyrılan bir isimdi, soyadı Alyanak olmasına rağmen, o Osmanlı’daki bir Ermeni tiyatrocuya ait Terziyan soyadını kullanmış ve yaşatmış, kimliğini saklamamayı seçmişti. Bakırköy’ün sevilen Nubar’ı 450’den fazla filmde oynadı. Babacanlığı, sıcak tavırlarıyla herkesi etkiledi.
Nubar’ın soyadı Terziyan’dı, seyricinin onun Ermeni olduğunu bilmemesi mümkün müydü?
Aslında gençliğinde en büyük hayali polis olmaktı. Memleketinde bir Ermeni’yi polis yapmayacaklarını anladığında, Dârülbedâyi’ye gitmek istedi ama o da olmadı. Mecburen manifaturacılık ile uğraştı, arkadaşlarıyla kurduğu amatör tiyatro grubuyla oyunlar sergiledi.
O kadar sevdi ki tiyatroyu, Hamlet için kurukafa gerektiğinde mezarlıktan kurukafa çaldı. İmkanlar kıttı. Terziyan’ın, sinema hayali ancak 40 yaşında gerçek oldu.
Vahe Ozinyan soyadını kullanmamış, kalbimize “Bedihaaaaa!” diye bağıran Horoz Nuri olarak kazınmış ve biz onun adını Vahi Öz olarak bilmiştik.
1947 yılında Turgut Demirağ’ın Reşat Nuri Güntekin’in aynı isimli romanından uyarlayarak yönettiği “Bir Dağ Masalı” filmi ile sinemaya adım atan usta aktör, sinemada yönetmenlik de yaptı.
1960’lı yıllarda Yeşilçam’da oyuncuların plak yapma modasına uydu ve 1964 yılında Serengil Plak için bir 45’lik yaptı. 45’liğin ön yüzünde “Bedia” adlı parça, arka yüzü olan B yüzünde ise Öztürk Serengil’le birlikte söyledikleri “Bekarlıktan Kurtulduk” adlı parçası yer alıyordu.
Öz tiyatrodan hiçbir zaman kopmadı, 1968’de kendi adına bir tiyatro topluluğu kurdu. “Kalleş ayakkabı arkadan vuruyor!” cümlesi ölümünden sonra sevenlerine miras kaldı.
Diyarbakır Hançepekli Samuel Agop Uluçyan ise çalışmak için İstanbul’a gelmişti. Şairdi, yetenekliydi Samo! Hızla Yeşilçam’ın Sami Hazinses’i oldu, Türk sinemasının unutulmaz komedi sanatçıları arasına girmeyi başardı.
Oyunculuğunun yanı sıra güfte ve beste çalışmaları yaptı. “Bir Dilbere Müpteladır Deli Gönlüm” adlı eserini Zeki Müren seslendirdi. Samuel Agop Uluçyan ölmeden önce bir gazeteci ile söyleşisinde Ermeni olduğunu anlatmış ama hemen bir ricada bulunmuş, “Bu konuşmaları öldükten sonra yayınlayın” demişti. “Neden sonra?” sorusuna cevabı kısa olmuştu: “Öyle icap etmekte.”
Krikor Cezveciyan 1953’te başladı kariyerine ama Kenan Pars olunca pek hatırlamak istemedi Krikor’u, haz etmedi Ermenilik-Türklük mevzularından, geçiştirdi Ermenilikle ilgili soruları.
Yıllar sonra bir röportajında “Askerde gayrimüslim olduğum için elime silah yerine kazma kürek verdiler. Akhisar-Sındırgı yolunun yapımında emeğim büyüktür.” diyecekti.
Yeşilçam hayranlarının Kenan Pars’ı, Bakırköylü eski Ermenilerin Kirkor Cezveciyan’ı, tüm filmlerin kötü adamı, hayatını kaybettikten sonra büyük bir tartışma başladı. “Cenaze namazı camide mi kılınacak, yoksa kilisede ayin mi yapılacaktı?”
Krikor- Kenan yaşarken dinini değiştirmediği konusunda hiçbir açıklama yapmamıştı. Fakat kızı Çiğdem Pars babasının gayrimüslim olduğunu kabul ediyor ama tam bir Müslüman gibi yaşadığını hatta ölümünden iki gün önce Kelime-i Şehadet getirdiğini söylüyordu. O yüzden tartışmalar sırasında “Onu Müslümanların cenaze aracıyla kiliseye getireceğiz” demişti.
Dönemin İstanbul İl Müftü Yardımcısı Yusuf Konuk da bu “ölü paylaşamama” konusuna müdahil oldu, “Bir kişinin Ermeni mezarlığında defnedilmiş olması, Ermeni kurallarına göre cenaze işlemlerinin yapılmış olması halinde bile, onun arkasından gıyabi cenaze namazı kılınabilir” demiş, sevenlerini rahatlatmıştı.
Cenazenin ardından “Kenan Pars gibi yaşadı Kirkor Cezveciyan gibi gömüldü” diyen gazete manşeti oldukça yerindeydi. Usta oyuncu yıllarca içinde Kenan’ı mı büyütmüş yoksa Krikor’u mu saklamış, kollamıştı, sadece kendisi bilecekti.
Yeşilçam’ın kıymetli ötekileri bu kadar değil, liste uzun, kalanların adları ve anıları haftaya Pazar’a…
(AVLAREMOZ – Alin OZİNİAN – 13.6.2021)