“”Kayıp” Mehmet Raif’i CYTA’da çalışan bir messincer (odacı) arkasından vurarak öldürmüş, bunu duyduyduk o zamanlar...”

Sevgül Uludağ

OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR…

Bir okurumuz bizi arayarak Dora Kollitsis’in geçtiğimiz günlerde bu sayfalarda yayımlanan yazısını okuduğunu ve CYTA’da çalışanlarla ilgili bazı bilgiler paylaşmak istediğini söyledi...

Hatırlanacağı gibi gerek Dora Kollitsis, gerekse rahmetlik kızkardeşi Yeorgia (Gogulla) Kollitsis, CYTA’da Kıbrıslıtürkler’le birlikte çalışmaktaydılar. Dora ve Yeorgia’nın ninesi ve dedesi Minareliköy’den 1974’te “kayıp” edilmiş bulunuyor...

Okurumuz şu bilgileri verdi:

***  Bizler CYTA’da çalışırken, hep münavebe usulü çalışrdık. Mesela sabah 7’den öğleden sonra 2’ye veya 2’den 9’a çalışırdık. Gece daha çok erkekler çalışırdı.

***  “Kayıp” Mehmet Raif, telgraf bölümünde çalışırdı... Kenan Bey orada müdür idi... Keman da çalardı...

***  Mehmet Raif, kızını evledirdiği için overtime alsın diye haftasonu ve gece çalışmaya da çalışırdı, paraya ihtiyacı vardı çünkü...

***  Biz 21 Aralık 1963 olayları patlak verince, ertesi günü Cumartesi saat 11.30’da işten ayrıldıydık...

***  Mehmet Raif işe gitmiş ve gece işi bitince çıkmış, bisikletiyle polisin altından geçerken, öldürülmüş. Onu öldüren şahsın CYTA’da messincer (odacı) olarak çalıştığını duyduyduk o günlerde... Telgrafları dağıtırdı messincerler... Görevleri buyudu... Biz başka bölümdeydik diye bu messincerlerin kaç kişi olduğunu bilmezdik. Telgraf bölümünde çalışanlar onları bilirdi...

TÖZÜM TARCAN’IN SÖYLEDİKLERİ...

23 Aralık 1963’te CYTA’daki görevini sabah saat 02.30’da tamamlayarak bisikletiyle CYTA binasından evine doğru giderken, binadan çıkınca vurulup öldürüldüğü ve “kayıp” edildiği anlatılan Mehmet Raif’in oğlu Tözüm Tarcan’la 23 Ağustos 2007’de yaptığımız röportajda, o da babasının CYTA’daki kendi odacısı tarafından öldürülmüş olduğu yönünde duyumlar aldıklarını aktarmıştı...

Tözüm Tarcan, bu sayfalarda 14 sene önce yayımlanmış olan röportajımızda bize sevgili babacığı Mehmet Raif’i anlatmış bu konuda şöyle demişti:

“Babam Sütlüce yani İpsillat doğumluydu. O dönemin ilk okuyan gençlerinden biriydi. Kıbrıs Türk İslam Lisesi’nden mezun oldu. Ondan sonra Telefon Dairesi’nde iş aldı. 1936’larda falan olmalı, belki da daha önce. Çünkü en eski çalışanlarından biriydi...

Babam işine bisikletle gelir giderdi. Cumartesi o oldu... Pazar günü de 23 Aralık... Memurin Kulübü Pazar günü toplandı. Bilmiyorum yerini – biz işte Lefkoşa’nın içinde, polisin oralarda duyduk. O dönemlerde biliyorsunuz, dedikodular tıkır tıkır yaylırdı. Dedikodu da değildi bu. Toplandı Memurin Kulübü... Babam Pazar gecesi çalışırdı saat 19.30’da. Babam o gün ablamdaydı. Ablamın evi de bugünkü Önder’in (Atleks) karşısındaydı, Trafik Polisi’ne yakın. O zaman Trafik Polisi idi orası. Ben bisikletle gittim babama, “Baba” dedim, “Memurin Kulübü toplandı, karar verdi, herkes Pazartesi işe gidecek...” Hakikaten de öyle bir karar vardı, onu iyi biliyorum.

Herkes işe gidecek diye çağrı yaptıydılar... Makarios’la Dr. Küçük’ün ortak aldıkları bir karardı o tahmin ederim... Ben bunu babama söyleyince, saat 15.30-16.00 idi, ikindiydi, babam aldı annemi, Karabuba’ya gittiler, yedi yemeğini. Sonra babam dedi ki “Ben işe gideceğim...”

“Baba” dedim, “lütfen gitme... Gidersen ne olacak?”

“Ne olacak yahu gidersam?” dedi. “Onlar beni severler, bana bir şey mi olacak?” dedi. Hiç unutmam onu... En son evde benimle konuştu. Hatta annem bana “Noldu?” dedi, “gitti mi baban?”

“Gitti” dedim... Babam çıktı oradan. Şöyle bir durum daha var. İlter Sami abi var, tenisçi... O da bizim evin yanında kalır. Babam bana “Git sor İlter abine bakalım gidecek mi?” Çünkü İlter abi de gidecekti ve onun arabası vardı. O da CYTA’da çalışırdı. Ben gittim İlter abiye, İlter abi “Ben gitmem” dedi “çünkü belli değil durum, bak iki gündür neler olur. Söyle babana, baban da gitmesin” dedi.

Ben döndüm, yakındı mesafe – hemen Haydarpaşa’nın yanında... Gittim söyledim babama, “Yaa, ben gidecem” dedi. Dedik “Tamam...”

Zaten babam bizi dinleyecek durumda değildi ki! Ve babam kahvehaneye gitti, orada kahvehane vardı, kahvehane de dayımındı. Orada oturmuş – bana ondan sonra anlatılanlar – babama sormuşlar, “Gitme” demişler. “E nolacak yahu bana? Gideyim, geleyim.” Over-time da... Çünkü paraya da ihtiyaç var... Altı tane de çocuk, mecburdu yani, gitmek mecburiyetindeydi. Her neyse, babam o akşam gitti. Ben ondan sonra eve gittim, anneme söyledim. “Babam gitmiş” dedim... Ben tabii oradan gençtim ya, sinemaya gittim – Şahin Sineması vardı, Dr. Küçük’ün büstünün karşısında... Oraya gittik, hiç unutmam, saat 22.30 falandı galiba... Başladı silah sesleri çıkmaya, hemen çıktık hisarın üzerine. Kurşunlar gider gelir, nereden geldiğini bilmiyoruz. Biz silah sesi mi duyduk o dönemlere kadar? 17 yaşındaydım ben de o dönemlerde. Her neysa... Orada bazı olaylar oldu, bazı gençler geldi, aldılar bıçakları filan, palaları, nacakları, gidecekler! Hiç unutmuyorum, Tahsin abi vardı, Tahsin Ali Rıza – “Beee çocuklar! Nere gidiyorsunuz be çocuklar?” dedi, hiç unutmam! “Bööö, nere gidiyorsunuz?” dedi. “Duymaz mısınız be sesleri?” dedi, “bu EOKA savaşı değil artık” dedi. “Çıktı artık EOKA savaşından! Öyle nacak macak yok! Silahlar konuşur! Geçin bakayım bu tarafa” dedi ve koymadı gençleri. O akşam da biliyorsunuz Trafik Polisi’nin önünde Rumlar’ın bir saldırısı oldu, Saffet Anibal falan yaralandıydı... Saffet abinin Vauxhall bir arabası vardı, sürerek geldi o, çıktı büstün üzerine böyle kenardan. Gitti ve durdu – o dönemlerde tam polisin karşısında Necdet Ünel’in doğum kliniği vardı. İlk yaralılar oraya gelirdi. Anibal yaralı geldiydi, altı-yedi tane kurşun yarası vardır onun üzerinde.

Savaş çıkınca, bu silah seslerini duyunca, ben eve gittim. Bisikletle gittim eve, dedim bir anneme bakayım çünkü her taraftan başladıydı silah sesi çıkar. Annem yataktaydı... “Noldu be Tözüm?” dedi, “babandan haber var mı?”

“Yok” dedim, “babam gitti işe...”

“Nedir bu sesler?” dedi.

Dedim böyle böyle...

“Napacayık?” dedi.

“Bilmiyorum napacayık” dedim.

Amcam polisti benim. O akşam tabii hepsi da vazifedeydi. Amcam Halil Tunar – Salih Tunar’ın babası yani... O da vefat etti birbuçuk sene kadar önce...

Gittim amcama, amcam dedi “Dur be araylım babanı...”

Aradık... Konuştuk... Ben de konuştum babamla...

“Merak etmeyin beni, ben tamamım” dedi.

İşyerindeydi, CYTA’daydı... 10.30’da başladıydı silah sesleri, 11.00-11.30 gibi aradık onu o gece. Daha Pazar gecesi yani, 23 Aralık...

Babamın vardiyası sabah saat 2.30’a kadardı. 7.30’dan 2.30’a... Biz 11.30-12.00 civarları konuştuyduk. Amcam söyledi bana, babam “Korkmayın, beni Kenan bey – o zaman CYTA’nın müdürüydü – beni arar devamlı, merak etmeyin” dedi. Sonra Kenan bey vasıtasıyla duyduk, Kenan beye de demiş, Dr. Küçük arar devamlı kendisini. Dr. Küçük da ararmış babamı... “Merak etmeyin da ilgilenir benimle” demiş. Bizim son duyduğumuz bunlar yani...

Zaten o gece biliyorsunuz, her tarafta başladı savaş çıkmaya. Çetinkaya tarafında, Baf Kapısı, tam o roundabout var CYTA’nın önünde... Oradan çıkıp gelmek beş dakika yani bizim tarafa... Savaş da 3-4 gün devam etti...

En son 11.30’da konuştuk, bitti bu mevzu, kapandı – bizim bildiğimiz. Dört-beş gün sonra ateş-kes oldu. Tabii biz babamdan hiçbir haber almadık. Bekledik, gelmedi... Zaten gelen giden yok, her taraf kapalı, hepimiz mevzilerdeydik, gençler mevzilerdeydi. Ne yapabilirdik? Sağa sola koşturduk... Savaş vardı...

2003 yılında ben Avustralya’dan Kıbrıs’a tatile geldiğimde babamın dairesinde çalışan bir Kıbrıslı Türk’le karşılaştım. O bana dedi ki “Yollar açıldıktan sonra gittim o tarafa, bir Ermeni arkadaşı buldum...” İsmini bilmiyorum... Bu Ermeni’nin ona anlattığına göre, babam o akşam işe gitmiş. Hatta bazı kendisini seven Rum arkadaşları ‘Yahu Mehmet, ne geldin? Görmedin mi durumu’ demişler. Fakat babam kalmış... Babamın odacısı, ismi da var, onu da veririm, EOKA’cı imiş. Babam da biraz konuşmayı seven adamdı, politikayı seven adamdı. Yani biraz da dediği dedik bir adamdı, söver sayardı, şaka maka diyerekten. Bu Rum da herhalde sevmezdi kendini...

O adamın anlatması, babamı çalıştırmışlar saat 2.30’a kadar. Hatta babamın odası vardı ayrı, bu odacısı elinde silah odasına girmiş. Normal olarak tabii savaş çıkınca, ilk alınacak yer CYTA’dır. Saldırı anında korunacak yerdir yani. Gidip hala daha görüyoruz, hala daha silahlı Rum güvenlik görevlileri vardır orada. Bu odacı babamın odasına girmiş ve ona “Korkma da sana bir şey yapmam!” demiş. Hatta babamın cüzdanını filan çıkarmış. O zaman biz de kardeşlerimi yeni sünnet etmiştik, o fotoğraflar dururdu cüzdanının içinde. Hep çıkarmış masaya bu fotoğrafları, tabii bu bize anlatılan... “Mış” diye kullanıyorum. Çalıştırtmışlar babamı 2.30’a kadar. 2.30’da “Hade” demiş babama, “git da çocukların seni bekler...” Babam tam giderken, arkadan vurmuş kendini bu odacı, EOKA’cıymış...

O gün da biliyorsun, birçokları vurulmuştu, Kıbrıslı Türk yani... Hepsini toplamışlar ve Değirmenlik’e giderken, Eksomedoş (Düzova) var. Sağ kolunun üzerinde orada mezarlık vardı. Oraya gömmüşler diye bize bilgi geldi.

Şimdi roundabout (dönel kavşak) vardır ya, bu Moda Döşemeevi, Mağusa’ya giderken, Değirmenlik’e gelmeden, sağ kolunun üzerinde, orada mezarlık vardı eskiden. Ben iyi biliyorum. Orası şimdi tarla oldu, bahçe oldu galiba. Oralarda tahmin ederler. Oralara gömmüşler, o bölgelere gömmüşler. Bunu abim de duydu yani.

Başka bir şey daha – 1983’ten evvel de bunun hakkında abim bazı şeyleri duydu. Ben burada değildim, Talay abim duydu bazı şeyler, oradadır diye... O civarlardaymış. 2003’ten sonra da, babamın arkadaşının da bize anlattığı aynı şey... İkisi de aynı noktayı işaret ediyor. Biz de diyoruz, acaba o bölgelerde mi? Rum mezarlığıydı. Oralara gömmüşler – anlatılanlar bunlar bunlar... Babamın odacısı olan o EOKA’cı Rum’un adı da A.

Artık bilmiyorum, sağdır, ölüdür... Ben oraya gidip nasıl sorayım?”

KAYIPLAR KOMİTESİ ARAŞTIRMALI...

Konuyla ilgili olarak Kayıplar Komitesi yetkililerini CYTA’da çalışırken “kayıp” edilen Mehmet Raif’in nereye gömülmüş olabileceği hakkında araştırmalarını canlandırmaya davet ediyoruz...

 


Albert Çağlayan vefat etmiş...

Bir Kıbrıslırum okurumuzun bir zamanlar birlikte Londra’da üniversiteye gittiği arkadaşı, Çağlayan Bar sahibi rahmetlik Hüseyin Çağlayan’ın oğlu Albert Çağlayan’ı aramakta olduğunu yazmıştık geçtiğimiz günlerde ve çok değerli okurlarımızın yardımlarıyla, akrabalarına ulaştık.

Albert Çağlayan’ın maalesef vefat ettiğini öğrendik. Albert Çağlayan dört sene evvel vefat etmiş... Albert Çağlayan’ıun gerçek adı Alper imiş ve muhasip olarak gerek İstanbul’da, gerekse Londra’da çalışmış ve buralarda hayatını sürdürmüş.

Alper Çağlayan’ın Ata Çağlayan isminde bir de kardeşi varmış... Kıbrıslırum okurumuz Ata Çağlayan’ın adının Birol olduğunu sanıyordu... Ata Çağlayan halen hayatta ve Londra’da yaşamını sürdürüyor. Geçmişte bir lokantası bulunmaktaymış...

Sözkonusu Kıbrıslırum okurumuzu, Çağlayan ailesiyle temasa geçirdik, kendisiyle bu bilgileri paylaştık. Çok duygulanıp bize teşekkür etti... Biz de değerli okurlarımıza ve Çağlayan ailesine bizimle bunları paylaştıkları için teşekkür ediyoruz... Albert Alper Çağlayan da nur içinde yatsın...