Kayıplar Komitesi, Londra’da bilgi toplamaya çalışacak…

Sevgül Uludağ

Kıbrıs Haber Ajansı’nın haberine göre, Kayıplar Komitesi üyeleri 18-19 Mart 2019 tarihlerinde İngiltere’ye giderek Londra’da çeşitli hükümet yetkilileri ve bazı sivil toplum örgütleriyle toplantılar yaparak “kayıplar” konusunda bilgi toplamaya çalışacak.

Kayıplar Komitesi yetkilileri gerek 1963-64, gerekse 1974 yılına ilişkin İngiliz arşivlerinde bazı dosyaları inceleyerek bilgi toplamaya çalışacaklar.

Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üyesi Gülden Plümer Küçük ile Kıbrıslırum Üyesi Nestoras Nestoros, bu iki günlük temaslar ardından birkaç gün daha Londra’da kalarak 20 ile 22 Mart tarihlerinde Londra’da Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’la kişisel toplantılar yapacaklar ve onlardan bilgi isteyecekler.

Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum üyeleri geçen yıl da Londra’ya giderek yine benzer aktivitelerde bulunmuşlar ve Londra’da bazı sivil toplum örgütlerinin organizasyonuyla Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’la bir araya gelmişler, kendilerinden bilgi istemişlerdi.


BASINDAN GÜNCEL…

“Ölüm kolay kabullenilmiyor, mezar olmayınca…”

Kemal Göktaş

Yakınlarımız söz konusu olduğunda duyabileceğimiz en büyük korkunun onların ölüm acısını yaşamak olduğunu düşünürüz. Oysa bu topraklarda ölümden daha büyük acıları yaşatan bir zulmün tanığı olduk hepimiz.

Hafıza Merkezi’nin verilerine göre 12 Eylül 1980’den bu yana 1.352 kişi evlerinden, işyerlerinden, sokaktan polis, asker ya da jandarma tarafından alınıp götürüldü ve büyük bölümünden bir daha haber alınamadı.

Latin Amerika’daki cunta yönetimlerinin binlerce insanı kaybetmesiyle literatüre giren bu acımasız yöntem, Türkiye’de 80 darbesinin ardından uygulanmaya başlandı ve gözaltında kayıpların büyük bölümü 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşandı. Türkiye, hala gözaltında kayıp iddialarının yaşandığı ve BM Herkesin Zorla Kaybetmelere Karşı Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşme’ye imza atmayan sayılı ülkelerden biri. Oysa gözaltında kaybetmeyi bir insanlık suçu olarak ele alan bu sözleşme, gözaltında kaybetme suçlarında zamanaşımı olmamasını düzenliyor ve bu suçun cezasız kalmaması için birçok mekanizma öngörüyor.

Usta gazeteci Faruk Eren, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Kayıp Bir Devrimin Hikayesi – Bir Zamanlar Hasköy’de’ isimli kitabında 80 öncesi devrimci bir semtteki yaşantının fonunda, 12 Eylül’den sonra İstanbul’da kaybedilen ve hala haber alınamayan ağabeyi Hayrettin Eren’in hikayesini anlatıyor.

Eren’in, okura sıcak bir sohbette olduğu hissini veren yalın ve etkileyici dili, 1980 öncesi Hasköy’e götürmekle kalmıyor, dört çocuklu Eren ailesinin yaşantısının bir parçası haline getiriyor.

Eren, Yahudi mahallesi iken giderek işçi mahallesine dönen Hasköy’deki gündelik hayatın renkliliğini, coşkusunu bir çocuğun gözünden izletirken giderek devrimcileşen bir semtin ortasına bırakıyor okuru. Okur, önce Faruk, ablası İkbal ve ağabeyi Hayrettin’in yaşadığı dönüşümü, devrimci gençlerin bütün acemilikleri ile örgütlenme çabalarını, mahalleli ile kurdukları ilişkiyi, süper marketlerin kamyonlarının çalınarak içindekilerin mahalleliye dağıtılmasını, duvar yazılamalarını, 70’lerin inançlı devrimciliğinin özelliklerini, fraksiyonlar arası rekabeti anlatan onlarca küçük öykü arasında gezerken giderek polis baskınları, evlerin taranması, MHP’lilerle sokak çatışmaları, pusular ve ölümlerin arasında buluyor kendini.

Hasköy’deki hava giderek değişmeye başlamıştır. 16 yaşındaki Faruk’un iki arkadaşı öldürülür önce: “Hasköy’e geldiğimde ölümün kasvetini gördüm… İnsanların suratları asık, mutsuz ve karamsardı. Ve havada Kasım’ın kurşuni ağırlığı vardı. Bu havanın yıllarca güzel semtimin üzerinden dağılmayacağını daha bilmiyordum.”

Mezarsız ölüm

12 Eylül, ülkenin ve Eren ailesinin üzerine kâbus gibi çöker. Ailesi, arabasıyla gittiği Haşim İşcan geçidinde gözaltına alındığına ve emniyette işkence gördüğüne ilişkin onlarca kanıt olmasına rağmen Hayrettin Eren’den bir daha haber alamaz. “Bizde yok” yanıtının ardından Emniyet’in bahçesindeki arabası kaldırılır, gözaltı defterlerinden adı silinir, ailesinin yaptığı suç duyuruları yok sayılır… O artık gözaltında bir kayıptır…

“… Ama en acısı şuydu: Ya işkencede delirmişse, sokağa bırakılmışsa. Bimekân insanların peşinden koşuldu bir süre. Hepimiz. ‘Eyüp’te biri var, Hayri’ye benziyor.’ Hop oraya gidildi. ‘Fatih’te biri var’, oraya gidildi. Hep Hayri’nin yaralı işaret parmağına bakıldı. Keşke onlardan biri olsaydı! Yoldan geçenlerden, otobüste giderken yolda gördüklerimizden Hayri’den bir iz aradık. Beyin oyun oynar hep, yoldan geçenlerde bir iz bulursun. Otobüsteysen, ilk durakta iner, gördüğün gencin peşinden koşarsın. Oysa üzerinde gördüğün tanıdık ceket Hayri’nin belki de on yıl önce giydiğidir. Ölüm kolay kabullenilmiyor mezar olmayınca.”

Ve sonra yine mücadele. Hayretten Eren’in annesi Elmas Eren ve ailesinin İnsan Hakları Derneği ve Tutuklu Ailelerle Dayanışma Derneği’yle yürüttükleri mücadele bugün acılarını anlatma hakları bile tanınmayan Cumartesi anneleri ile buluştu…

Umut ise hiç bitmedi:“Hayri’nin kalan giysilerini bugün gelse giyecekmiş gibi korur hâlâ annem!”

(DİKEN – Kemal GÖKTAŞ – 8.3.2019)


 

“Selanik Belgesel Festivali'nde ödül gecesi…”

Murat Türker

1-10 Mart tarihleri arasında Yunanistan'ın Selanik kentinde düzenlenmiş olan belgesel festivalinde Pazar gecesi ödüller dağıtıldı. Etkinliğin şaşalı sineması Olympion'da yapılan kalabalık katılımlı gecenin sonunda Alex Holmes'un Maiden adlı belgeseli gösterildi. Kadın yelkencilerin cesur girişimlerine eğilen film Selanik seyircisi tarafından hararetle alkışlandı.

Büyük ödül Advocate'e

Uluslararası yarışmanın büyük ödülü Altın İskender'i İsrail/Kanada/İsviçre ortak yapımı Advocate adlı film aldı. Uzun yıllardan beri Filistinliler'in haklarını İsrail mahkemelerinde savunan avukat Lea Tsemel hakkındaki çarpıcı filmin yönetmenleri Rachel Lea Jones ve Philippe Bellaiche. İnsan hakları hususunda mücadelesini inatla sürdüren Tsemel'i belgesel boyunca gayet zorlu davaları savunurken izliyor, bir militan gibi muhalefete katkıda bulunduğuna şahit oluyoruz. Filmin animasyonla harmanlanmış görüntüleri belgeseli estetik açıdan gayet başarılı bir eser haline getiriyor. FIPRESCI jürisi de uluslarası yarışma filmleri arasında Advocate'ı seçti.

Yunanistan filmleri arasında FIPRESCI ödülü When Tomatoes Met Wagner ile Marianna Economu'ya verildi. Film komşuda hızla yok olmakta olan köy hayatında ekolojik çiftçilik projelerinde çalışan yaşlı insanlara şefkatle eğiliyor. 

Festivalin jüri özel ödülü Hassan Fazili'nin Midnight Traveler adlı filmine verildi.

Sanal gerçeklik yarışmasında VR ödülüne Lucy Greenwell'in yönettiği Songbird adlı yapım layık görüldü.

Etkinliğin sponsorlarından Fisher birası adına verilen seyirci ödülü dört ayrı kategoride sahiplerini buldu. 50 dakikanın üzerindeki uluslararası yapımlardan The Silence of Others İspanya'da Franco diktatörlüğünün kurbanlarına eğiliyordu. Filmin yönetmenleri Almudeana Carracedo ve Robert Bahar yıllardan beri üstü örtülmeye çalışılan suçların büyük bir mücadele sonrasında yavaş yavaş ortaya çıkarılmasına eğiliyor. 50 dakikadan kısa filmler kategorilerinde Raul Riebenbauer'in Yesterday/Tomorrow ve Yunanistan'dan Giorgios Kivernitis'in The Canaries adlı filmleri de seyirci ödülü aldı.

Fisher seyirci ödüllerinden bir diğeri 50 dakikanın üzerindeki Yunanistan yapımlarından The Band adlı belgesele verildi. Yönetmenliğini Nikos Aslanidis'in üstlendiği film Topal Osman ve çetecilerinin Karadeniz'deki Rum katliamlarına odaklanıyor.

Gençlerden müteşekkil Youth Jury ödülü Make the Economy Scream ile Aris Chatzistefanou'ya verildi. Jüri özel ödülüne The Fig House ile Pitzi Kampouroglou layık görüldü.

(BİANET.ORG – Murat TÜRKER – 11.3.2019)

 


Bir babayı defnetmeye çalışma hikâyesi: ‘Kıyı’

İlayda Öncü

Moda Sahnesi bu sezon, belki de son yılların en çarpıcı oyunlarından birini seyirciyle buluşturdu: ‘Kıyı’. İlk gösterimi 27 Eylül’de yapılan ‘Kıyı’nın yazarı Wajdi Mouawad 1968 yılında Lübnan’da doğmuş; iç savaş nedeniyle ailesiyle birlikte doğduğu toprakları terk ettiğinde henüz sekiz yaşındaymış. Aile önce Paris, ardından da Quebec’e taşınmış.

‘Kıyı’yı Türkçeye Ayberk Erkay çevirmiş. Yönetmenliğini Kemal Aydoğan’ın yaptığı oyunda başkarakter Wilfrid’i Onur Ünsal, babası İsmail’i Uluç Esen, Şövalye Guiromelan’ı Caner Erdem canlandırıyor; Mert Şişmanlar, Melek Ceylan, Barış Yurtsever, Çağla Buldak ve Talha Kaya ise toplamda 30’dan fazla karakteri canlandırıyorlar. Sahne tasarımı Bengi Günay’a, ışık tasarımı İrfan Varlı’ya ait; müzik direktörlüğünü Ulaş Özdemir yapmış. 150 dakika süren iki perdelik oyun, 18 yaş üstü seyirciye hitap ediyor.

Babayı defnetme mücadelesi

Wilfrid yıllardır görmediği babasının öldüğünü haber alır ve her şey bununla başlar. Babasını doğum sırasında ölen annesinin yanına defnetmek ister, fakat bunun mümkün olmadığını anlayınca onu memleketine gömmeye karar verir. Ancak babasının doğduğu topraklarda devam eden savaş nedeniyle yeni bir cesede yer kalmamıştır. Sırtında taşıdığı, susmak bilmeyen babasının cesedini gömmek için köy köy gezer, her köyde yeni bir arkadaş edinir ve yola birlikte devam ederler. Edindiği arkadaşlar, ailelerini savaşta kaybetmiş yetimlerdir. Savaş, onlara vedalaşma, son bir söz söyleme fırsatı vermeden yakınlarını almıştır. Sırayla hikâyelerini anlatırlar ve dehşet giderek büyür. Onlara göre, başı bedeninden ayrılmamış bir babanın cesedi mucizevidir. Wilfrid’in babası İsmail’i bir ölüye yakışır şekilde gömmek, hepsinin ortak gayesi olur.

‘Kıyı’ metninin altında, ortaya çıkmayı bekleyen çok önemli sorular gizli. Mesela, bir insan ne zaman ölür? Ruhu bedeninden ayrıldığında mı, yoksa unutulduğunda mı? Yahut ölü bedenlerin toprağa gömülmesi midir bir cenazeyi onurlandırmanın yolu, yoksa o bedeni tüm geçmişiyle kabullenip özgür bırakmak mı? İnsan geçmişiyle, kendisiyle nasıl barışır? İnsan ne zaman, nasıl büyür? Oyunu izlerken, eminim, yanıtlaması güç başka sorular da meşgul edecek zihninizi.

 

Güçlü metin, güçlü reji

‘Kıyı’ sizi güldürecek, hüzünlendirecek ama en önemlisi, huzursuz edecek. Hatta hiç beklemediğiniz bir anda sizi canevinizden vuracak, size unutmamanız gerekenleri hatırlatacak. Burada o ‘an’dan bahsetmek oyunun büyüsünü bozmak olur, ama eminim o an geldiğinde benimle aynı şeyi hissedeceksiniz.

Son derece güçlü bir metin olan ‘Kıyı’, duyduğunuz anda unutmamak için hafızanıza kazımaya çalışacağınız cümlelerle dolu. Her bir kelimesi ilmik ilmik işlenmiş gibi duran metnin çevirisi de son derece başarılı. Metin, reji anlamında çok çeşitli yorumlara; sahne düzeni, kostümler, oyunculuklar ve diğer konularda birçok farklı seçime açık bir nitelik taşıdığından, kaygan bir zemin oluşturuyor. Kemal Aydoğan’ın rejisi bu anlamda başarılı; metnin gücü ile sahne arasında dengeli bir ilişki var. Ayrıca, 150 dakika süren bir oyunda seyirciyi baştan sona diri tutmak büyük bir enerji gerektiriyor. Bu enerji sahnede yerine oturmuş ve metnin ağırlığına ağırlık katmadan seyirciye ulaşıyor…‘Kıyı’, bu sezon kaçırılmaması gereken oyunlardan. 13 ve 14 Mart’ta Moda Sahnesi’nde tekrar sahnelenecek. Dilerim ömrü uzun olur.

(AGOS –İlayda ÖNCÜ – 25.2.2019)