Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com
Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Gözbebeklerimizden fışkıran bir seyyale mekan canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo, o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir. (1)
Cemil Meriç, “görebilen hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir” derken çok yerinde bir soru sormuştu. Fakat o, belki de yetisini yitirmiş olmasından dolayı, yalnızlığın ilacını dış dünyada aradı. Halbuki, görebilenin esas farkında olduğu ve var olmasından keyif aldığı somut gerçeklik değildir; kendi içsel gerçekliği, kendi varlığıdır. Aslında yalnızlığıdır. Yalnızlığını görebilen yalnızlıktan şikayet edemez önermesine doğru giden bu düşünce size absürd mü geldi yoksa? Aksine bu, tam da kişinin özsel anlamına ulaştığı noktadır.
Kendi başına kalan, beyninin içinde dolaşabilen birey kendine yeter. Kendi içinde böylesi bir bütünlüğe sahip olan kişi de tabii ki yalnızlığının yoldaşlığının keyfini çıkararak yaşar. Bu beraberlik süresince de birlikten çokluğa geçiş gerçekleşir. Birey, yalnızlığı ile beraberken nasıl mı çoğalır? Yaratarak. Yaratım süreci, biricikliğinizle barışık olmanızla başlar, yalnızlığınızla keyif almanızla devam eder ve çoğaldığınızın ama buna bağımlı olmadığınızın farkına vararak biter. Kalabalıklar bir eser ya da bir düşüncenin canlanması için gereken ruhu üfleyemez. Soyut veya somut fikirlerin hepsi, yaratıcısının yalnızlıktan geçmesiyle hatta orada kalmasıyla hiçlikten varlık alanına doğru yüceltilebilir.
Kişinin yalnızlığı, kendi oluş hikayesinin müzesidir aslında. Eskiye dair ne varsa, hatıralarından geriye kalan tüm sevinçler, acılar, tebessümler ya da hüzünler, bir başka deyişle hafızada kalan ve kişiyi “o kişi” yapan her kare yalnızlığında gizlidir. Yalnızlık bir müzenin koleksiyonunu korurken gösterdiği titizlik ile her bir parçayı, anıyı, kareyi, hissi özenle korur. Onları cam fanusların altına yerleştirir çünkü onlara zarar gelmesi benliğin kanaması demektir. Bu müze; varoluşumuzun, yalnızlığımızın müzesi aynı zamanda bizim ruhumuzu da tanımlar ve bireyi oluşturan manevi değerlerin hepsini saklar. Fakat o sadece eskileri muhafaza etmek için var olmaz. Müzemizi esas önemli yapan, eskiyenlerin yok oluşlarını engelleyerek bu parçaları yeni ve farklı bir forma sokmaya zemin hazırlamasıdır.
Ruh, bilinç, yalnızlık, adına ne derseniz deyin, benim için hepsi aynı BENlik. Tanrı da bunların eş değeri. En iyi, en yetkin, yaratabilme gücüne sahip olan demek değil mi Tanrı? Öyleyse, yalnızlığınız sizin tanrınızdır. Yaratan, yöneten, var eden, yok eden, bir Tanrı figürünün yapabileceği her eylemi yapabilen gerçekliğe siz insan olarak sahipsiniz, çünkü kendinize sahipsiniz.
*********
Nietzsche’nin dünyanın en eski asaleti olarak gördüğü yalnızlık, benim için birliği çoğaltan Tanrı fikri ile özdeşleştiği için asildir aslında. Fakat bu eşleşme görüldüğü kadar zahmetsiz gerçekleşmez. Yalnızlık bir anda Tanrısallık mertebesine yükselmez çünkü insan ne yalnızlığın birliğine ne de sonrasında o birliği çoğaltma yetkinliğine; Tanrısallaşmaya hemen ulaşabilir. Kendini gören yalnızlıktan şikayet edemezdi, peki birey kendine bakınca görebiliyor mu kendisini? Pencereden dışarı baktığında gördüğün ağaç ile ruhunu görmenin farkı var mı? Maalesef çok farkı var. Bakınca görmek, bakarkenden görmek, insana dair konuşunca pek mümkün olamıyor. İnsanlığın sorunu da bence buradaki imkansızlıkla baş edememekten kaynaklanıyor çünkü insan her baktığı noktayı göremiyor. Zamansal olarak kişi önce bakıyor akabinde de görüyor. Bir şeye bakmak aktif olarak düşünmeyi gerektirmezken bir şeyi görmek farkındalık gerektiriyor. Anlamak, kavramak, idrak etmek, bilincinizle yapabileceğiniz eylemlerdir, ama bakmak için ruhunuza ihtiyacınız yoktur; bakmak gözlerinizin önünde olanı bazen istemsizce bazen de pasifçe seyretmenizden başka bir şey değildir.
Modern insanın sorunu olan kayıtsızlık; körlük de bu farktan doğuyor. Jose Saramago’nun “bakabiliyorsan gör” (2) cümlesiyle ifade ettiği bu yetkinlik, çok basit görünen ama belki de ulaşılması en zor seviye. İnsan bakıyor, dışarıdaki somut dünyaya, kendisine, kendisinin dışsal varlığına, iç gerçekliğine fakat bunların hepsini göremiyor. Elindeki kaleme, onu tutan ellerine, bunları gören gözlerine bakabiliyorsun ve hatta hepsini görüyorsun. Fakat aynı kolaylıkla, içsel, özsel gerçekliğini göremiyorsun. Bu süreç aktif olmayı, kendinle barışık olmayı gerektiren, başında acı verse de sonunda kişiye huzur sağlayan meşakkatli bir yolculuk. Bahsettiğim bu görme eyleminin nasıl mümkün olacağını J. P. Sartre bir oyununda çok etkileyici bir biçimde anlatır (3).
“Çıkış yok” isimli bu oyunun amacı, diğer kişilerin varlığı aracılığı ile kişinin kendisiyle hesaplaşmasını betimleyip, o ünlü sözü “cehennem başkalarıdır”ı Sartre’ın yaşam felsefesi temeline oturtmaktır. Oyunda ölümden sonra bir araya gelen üç kişi ışıkların kapanmadığı, göz kapaklarının ve aynanın da olmadığı bir odada beraber vakit geçirecek şekilde kurgulanır. İnsanlar ışıkları ve de gözlerini kapatamadıkları için oradaki gerçeklikle kesintisiz bir şekilde yüzleşmek zorundadır. Uyuma, ölme, karanlığa gömülme ihtimali daha doğrusu varlık alanından kaçış ihtimali yoktur. Buradaki insanlar göz kırpmanın sağlayabileceği anlık kaçışların rahatlığına bile muhtaçtırlar. Her daim aydınlık ve gözlerin açık olduğu bir ortamda, birey hem kendisinden hem de kendi dışındaki gerçeklikten kaçamaz; uyuyamaz, ölemez, gözlerini bile kırpamaz. Böylesi bir ortamda dışsal gerçeklik kadar içsel gerçeklik de kişiye ızdırap verir ve katlanılması zor olan bu hissiyat insanın ilk anda cehennemi olur.
Aynanın eksikliğinden dolayı, kişiler dış dünya ile yüzleşirken, kendilerine “bakacak” imkana sahip olamazlar. Aynasız bir yerde, kişinin kendisine bakabilmesinin tek yolu, bir başkasının gözlerine bakmak ve oradan kendi yansımasını görmektir. Kısacası, diğeri aracılığı ile kişi kendisine bakar, onu ayna olarak kullanarak o kişi üzerinden kendi varlığını izleme şansı elde eder. Maalesef bu bakışma eylemi, insanı doğal akışında kendini bilmeye doğru sürükleyemiyor. Kişinin başkasına yansıyan ve gördüğü BEN’i, gerçek benliği değil çünkü. Bu ben, ancak kişinin yarattığı ve diğerine yansıttığı benliği olabiliyor. Başkalarının söz konusu birey ile ilgili kafasında oluşturduğu imaj ile o bireyin özellikleri tutarlı olmak zorunda değildir. Birey kendini sinirli, sakin, tatlı, soğuk, sempatik; nasıl isterse o şekilde kurgulayıp, istediği maskeyi takıp kendini o özelliklere sahip olarak karşıya gösterebilir. Bu yüzden kişinin bir başkasındaki imajı, kendi yarattığı ve yanıltıcı bir şekilde bir başkasına sunduğu bir resimden ibarettir. Kimse o kişiyi, davranışlarından bağımsız olarak idrak edemez ve gerçek benliğini göremez. Herkes nasıl olmak isterse, nasıl görünmek isterse kendini öyle yaratır ve dışarıya “gerçekten” kendini yansıtmayan bir imaj verir.
Bu noktada, hangi maskenin altındakinin gerçek olduğuna karar verecek olan yalnızlığın, ruhun, bilincin, Tanrı’ndır çünkü onu yaratmış olan odur. Konu insan olunca, varoluş özden önce gelir. Başka bir deyişle, biz önce var olmaya başlıyoruz, belirli bir bilinç düzeyine gelince de kendi özümüzü oluşturuyoruz. Tanrı’mız, BEN’imizi yaratıyor. Baban sinirli diye sen sinirli olmuyorsun, eski sevgilin seni aldattı diye sen yeni sevgilini aldatmıyorsun, doğduğun yerden veya aileden dolayı mutsuz ya da bağımlı değilsin. Bunların hepsi senin özgürce seçtiğin, bazen doğru, bazen yanlı olduğu için tercih ettiğin özellikler. Kendi yaradılış sürecinde kendine atfettiğin ve bundan da memnun olduğun özellikler. Benliğin bir hamur ve sen kendini istediğin forma sokuyorsun. Sonrasında da kendini tasarladığın maskeler altında başkalarına gösteriyorsun. Fakat sahte olmayı içselleştirdiğin sürece kendinle yüzleş(e)miyorsun. Bu yüzleşme hem bakmayı hem görmeyi gerektiren bir başarıdır; tam da bu sebepledir ki, Sartre “cehennnem başkalarıdır” diyerek diğerlerinin kişinin kendi yüzleşmesine aracılık ettiğini ve başkalarının nefes alışının bile bu süreçte kişiye ızdırap verdiğini vurgular.
Halbuki insanın tanrısal tarafıyla baş başa kalması, içine bakması, kendi hakikatini görmesi işkence değildir; aksine bu yüzleşme ilk başta cehennemi andırsa bile sonrasında kişiye özgürlük sağlar. Yalnızlığın sensin, ruhundur, bilincindir. Hatta huzurundur çünkü yaralarını orada iyileştirirsin, acılarını orada saklarsın, hikayelerini sarıp sarmalar orada korursun; seni sen yapan her saniye, zaman çizgisinde katettiğin her noktanın gölgesi orada senin yok oluşuna kadar kalır, her biri altında dinleneceğin bir ağaç olur. Sartre’ın aynasız odasında, bir başkasının göz bebeklerinden kendi yansımana bakarken, kendini görebilmek adına içine, benliğinin derinliğine, yalnızlığına odaklanman gerekir.
Böylece cehennem başkaları iken, yalnızlığın cennetin olur. Tüm sorumluluğu kendinden başka yerlerde arayan bireyler için belki Wittgenstein’in “cehennem kendinizsiniz” tümcesi daha yerindedir, ama bence insanın kendi yarattığı gerçekliği cehennemi değil, ancak cenneti olabilir. Birey kendisi için ancak idealini yaratabilir ve buna ulaşamaz ise istediği an kendisini değiştirebilir. Çünkü bu yaratım süreci başlayan ve biten bir olgu değildir; bir oluş sürecidir. Kendini bırakıp kaçamazsın belki ama kendini her an değiştirmeye, dönüştürmeye, yeniden şekillendirmeye başlayabilirsin. O yüzden yalnızlığın ızdırabın ol(a)maz.
Kabul edilmelidir ki yüzleşmekten korktuğun sürece kendin de başkaları da, kendi sahte olmayan gerçek varlığını sana hatırlattıkları için sana acı verebilir. Fakat dış dünya zehirli iken,bunun panzehiri sendedir. Dışardaki hastalıkları içerdeki ilaçlarla iyileştirir, nefes aldığın sürece mahkum olduğun kendinle barışarak, bu hayata bir anlam yükleyebilirsin. Aksi takdirde her şey saçma ve boş kalacaktır. Var oluşumuza bir anlam vermediğimiz sürece varlığımıza katlanmamız imkansız olacak ve bu saçma dünyada bir o yana bir bu yana savrularak yok oluşumuzu bekleyen bedenler olarak sadece nefes alarak çürümekten başka bir şey yapamayacağız.
Bu anlam arayışı, önce yalnızlıkla barışma sonrasında da onu bir Tanrı olarak addetmekle ve tabii ki edebi yaratıcılık aracılığı ile değer kazanır. Bir başka deyişle, bu arayış edebiyatın içine nüfuz ederek tatmine ulaşır. Yalnızlığımızdaki iyilikleri, kötülükleri, umutları, hayal kırıklıklarını, yaşadıklarımızı, yaşayamadıklarımızı, bunlardan aldığımız dersleri, edindiğimiz yaraları, heyecanları her daim benliğimizde hissederek, kendi varlığımızı yeniden üreterek ve onları her esere yansıtarak çoğalıyoruz. Bu yüzden çoğalmak, önce birliği fark etmekle sonra da Tanrısallığı keşfedip üretmekle gerçekleşir. Yalnızlığına eşlik ederek, acılarınla kendini tekrar tekrar kanatarak, sevinçlerinle onlara merhem olarak, her hissini ruhuna kazıyıp, kazdığın derinliğin içinde kendini yeniden doğurarak bir olursun, çok olursun, sen olursun.
Sapere Aude
Göremeyenler en çok kendilerini görmek isterlermiş. Halbuki ne çok insan var gözleri bakarken kendini göremeyen, kendi bedenine bakabilen ama kendi ruhunu göremeyen, ellerine bakan ama o ellerle yaptıklarını hatırlamayan, yüzüne bakabilen ama o kırışıkların hikayelerini görmezden gelen. Ben diye başlayan cümleler kurup o cümlelerin özneleri olamayan ne çok insan var. Başka bir tarafta da kendini bilmeye cesaret eden, yalnızlığına dalan, orada vakit harcarken üreten, düşünen ve çoğalan insanlar. Kalabalıklarda boğulan, yalnızlığında nefes alan, kendine bakmakla kalmayıp kendini her gün yeniden yaratan, kendini gören, gördüğünü başkalarına da farklı formlarda gösteren, yüzünü/yüzlerini bilen insanlar.
Belki de Sartre haklı, bizi yüzleşmeye zorlayan “diğerlerinin” varlığı bizim bu dünyadaki işkencemiz oluyor. Fakat insan bir kez yüzleşmeyi başarınca, kendi ile kalabildikten sonra, kısacası yalnızlığının kendini yaratan Tanrı, onu üretken ve yaratıcı yapan Tanrı olduğunu fark edince, o ızdırap sonsuz huzurla yer değiştiriyor. Kişi önce birliğine ulaşıyor, sonra kendine hayatın içinde bir anlam yüklüyor ve bu sırada da çoğalabilecek yetkinliğe erişiyor.
Yalnızlığınızda keşfettiğiniz sizi var eden, bütünlüğünüzü besleyen ve sonrasında çoğaltan yaratıcılığınız; Tanrısallığınız “körlerin gördüğü karanlık”(4) kadar gerçek ve engellenemezdir. Kelimelerin tınısı eşliğinde çoğalmak, harflerin değişik birleşimlerinde hayat bulmak kolaydır da, zor olan o kelimelere sizi götürecek tekilliğinize kavuşmak, içinizdeki Tanrı’yı bulmaktır. Bu da ancak acıyı hissederek; kendi içinize bakıp her hikayeyi yeniden yaşayarak gerçekleşebiliyor çünkü
“Hiç yara almadan
Aynadan geçemezsin
Geçemezsin aynadan
Hiç yara almadan”(5)
Kaynakça
1.Cemil Meriç, Quinze-Vingts Geceleri II, Jurnal, 1994.
2.Jose Saramago, Körlük, İstanbul, 1995.
3. J. P. Sartre, No Exit, and three other plays, USA, 1989.
4.William Shakespeare, Sone 27, 1840.
5.Sezen Aksu, Ablam Aşktan Öldü, Albüm: Şarkı Söylemek Lazım, 2002.
*Bu yazı, Mart 2018’de Uçsuz dergisinde yayımlanmıştır.