İnsanın kendisinin özgür özne olmaktan ziyade siyasal/sosyal mühendisliğin güdülen nesnesi haline geldiği durumlarda daha çok açığa çıkar. İradesinin tecelli edeceği kamusal alanın kurucu/düzenleyici unsurlarından olan siyasetin/siyasetçinin bunun aracı olması, bu zeminde gelişen ilişkilerin mahiyetinden doğan ahlâkî/etik zafiyet ve de bunun bireysel/toplumsal karşılığı ise, bu süreci daha da çok teşvik eder. Bütün bu bileşenlerin çarpan etkisiyledir ki, yaşamın her alanında neyin iyi neyin kötü, ya da neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair yerleşik ortak davranış ve düşünce normları ve de buradan hareketle gerek bireysel ve gerekse toplumsal bağlamda, bir davranış biçimi olarak ‘ahlâk’ ve bir düşünce biçimi (ya da felsefe) olarak ‘etik’ üzerinde düşünmek, bu siyasal/toplumsal/kültürel iklime mensup -en azından- entelektüel akıl için, ‘kendini bilmek/tanımak’ adına bir zorunluluk olmak gerekir. Kaldı ki bu yüzleşme, bugün itibarıyla evrensel ölçekte yaşanan kaotik süreç göz önüne alındığı, sadece sınırları çizilen -içinde toplum/birey olarak bizim yer aldığımız ve sonuçlarına maruz kaldığımız- bu tablo için değil, genel için de geçerlidir. Denebilir ki ahlâkî/etik çöküntü genele şamildir.
Buradan bakınca, ’iyi-kötü’ ve ‘doğru-yanlış’ ekseninde ortaya çıkan ortak normların zaman ve mekânla bağlantılı olarak bireysel-toplumsal ilişkilerde değişkenlik ve farklılık göstermesi; bir başka ifadeyle belirli bir zaman, mekân ve toplumsal (kültürel) ortamda geçerlilik ya da kabul gören davranış ve düşünce biçimlerinin, bir başka zaman-mekân ve toplumsal(kültürel) ortamda tam zıddı bir değerlendirmeye tabi tutulmasının yarattığı kafa karışıklığının çoğunlukla benim doğrum ve yanlışım, iyim ve kötüm bana, senin doğrun ve yanlışın, iyin ve kötün sana gibi bir sonuç doğurması, ahlâk ve etik hakkında varılacak son hüküm olmak yerine, tam da bu değişkenlik ve farklılık durumlarından hareketle ahlâk ve etik’in daha geniş kapsamlı çözümlemelerini zorunlu kılmaktadır.
Bu noktada akla gelebilecek sorulardan bir tanesi, ahlâka uygunluk ya da mugayirlik bağlamında kabul gören ortak normların, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü birbirinden kesin olarak ayırıp ayıramadığı ya da böylesi ayrımların ne oranda anlam ifade ettikleridir. Hayata dair her şey zamanın değişkenliğinde bu kadar uçucu bir hal alıyorsa, ahlâk adına zamanı ve mekânı aşabilen daha kalıcı değerlendirmelerde ve çıkarsamalarda bulunmak mümkün olamaz mı? Felsefi bir kategori olarak etik’in bu konuda söyleyebileceği hiçbir şey yok mu..?
İşte tam da burada karşımıza, entelektüel aklın katılımını zorunlu kılan felsefe, daha doğrusu ‘iyi-kötü’ veya ‘doğru-yanlış’ın ne’liğini, nasıl’lığını sorgulayacak, değerlendirme ve ayrımlarda bulunacak ‘etik’ soruları soran felsefe ve felsefe bilgisi çıkar. Şudur: Ahlâkın sadece davranışlar düzeyinde değerlendirilmesi, bu davranış biçimlerinin mahiyeti konusunda -yani iyiliği kötülüğü, ya da doğruluğu yanlışlığı- belirli bir zaman ve mekân içinde yaşanan toplumsallık, (ulusal, dinsel veya etnik kültürel ortalıkların) içinde üretilen ortak değerler ve inançlar bütünü sonucunda oluşan ortak normlar çerçevesinde kendine özgü bir farklılık göstermesini çoğunlukla haklı çıkarabilir. Yine bu türden ortak normların değişen zaman-mekân ve kültür koşullarında farklılık göstermelerinin anlaşılabilir yanları da olabilir. Ancak şu da vardır ki, ahlâk’ın sadece davranışlar düzeyinde değerlendirilen ‘iyi-kötü’ veya ‘doğru-yanlış’ hallerinin, davranışların kendisinden öte onun bilgisine ulaşmak adına ne’liğinin, nasıl’lığının sorgulanması ve bu bağlamda çeşitli sorular sorularak anlamlandırılmaya çalışılması, artık ahlâk’tan etik ve felsefe alanlarına, yani felsefi bilgiler alanına geçişi işaret etmektedir. Bu geçiş ise bir anlamda zamanın ve mekânın sınırlarını da zorlayan, en azından bugüne gelene kadar ahlâki bağlamda yaşanan değişiklikleri anlamaya yarayacak genişliği, derinliği ve sürekliliği de beraberinde getirmektedir. Denilebilir ki insanlığın gerek bireysel ve gerekse toplumsal bağlamda evrensel ölçekte daha iyiyi, daha güzeli ve doğruyu bulma ve yerine getirme çabası -uygarlık ve düşünce tarihi- biraz da bu soruların sorulması ve o soruların yanıtlarının aranması tarihidir.
Antik dönemden itibaren yapılmakta olan da budur ve bu çaba bugün de devam etmektedir. Öyle ki Sokrates’in “kendini bil/tanı” diyerek yola çıktığı ve insan yaşamının amacı olarak “iyinin bilgisine” ulaşmak diye özetlenebilecek arayışı, iyinin ya da kötünün veya doğrunun ya da yanlışın belirlenmesinde temel unsur olarak bilginin varlığını ve bu bilginin elde edilmesini, yani bir bilinç halinde içselleştirilmesini önermesi, dünden bugüne ulaşan dikkate değer bir çıkarsamadır. Buradan devam edecek olursak bir davranışın ahlâkî anlamda iyiliği ya da kötülüğü veya doğruluğu ya da yanlışlığı sadece bir davranış biçimi olmasının ötesinde bilgi olarak mahiyetinin öğrenilmesi ve anlaşılmasının tamlığı ya da eksikliği ile ilişkilidir. Bu yüzdendir ki Sokrates insanın daha iyiye, güzele ve doğru olana ulaşması yolunda bir araç olan siyasetin de öncelikle bilgi(bilinç) ile anlam kazanması gerektiği konusunda ısrar etmektedir. Ve yine O’nun bu ısrarını aynı temelde sürdüren ve derinleştiren öğrencisi Platon da bilginin gerekliliği bağlamında bilgeliğin altını çizerken, belki ütopik bir talep olan o ünlü veciz sözünü söylemekten de kendini alamayacaktır: “Ya yöneticiler filozof ya da filozoflar yönetici olmalıdır..” (Her ne kadar onun Syracusa deneyimi bu önermenin başarısız olduğunu gösterse de) Bu kadar da değildir. Örneğin Aydınlanma filozofu Kant ‘etik’ anlamda pratik aklın önemini vurgulayarak, neyin iyi olduğuna karar verecek olan genel ‘ahlâk yasası’nı ortaya koymakta ve bu yasaya uymanın iyi’nin elde edilmesinde ortak bir yolu yaratabileceğinden söz etmektedir. Keza bu arayış ve sorgulama örneğin Nietzsche’de başka yansımalarını bulmakta ve nihayet Marx’ta radikal tanımlamalar ve önermelerle devam edip gitmektedir.
Ne var ki bütün bunların yapılması ahlâkî davranışların iyi-kötü ya da doğru-yanlış değerlendirme ve kabulünde zaman-mekân ve toplumsallık ilişkileri eksenindeki değişkenliklere bağlı farklılıklarını ortadan kaldırmadığı gibi, evrensellik ya da ortak evrensel değerler yaratma adına etik bilgi’nin de bütün önermelerinin iyi-kötü ya da doğru-yanlış bağlamında yanılmaz bir kesinlik taşıdığını göstermemekte, sonuç olarak bu durum ‘etik bilgi’ye de kuşkuyla bakılmasını getirmekte ya da etik’in de istismarına yol açmaktadır. Böyle olunca da ahlâki olanın davranış ve bilgi (bilinç) olarak ne’liği, nasıl’lığı konusundaki sorular ve sorgulamaların hâlâ sürüp gitmesi, tartışmaların devam etmesi de kaçınılmaz olmaktadır. Ve bu yüzdendir ki neyin ahlâki neyin etik olduğu konusu sonuçta tuhaf bir görecelik kazanmakta, gerek bireysel ve gerekse toplumsal anlamda ortaya konulan davranış ve düşüncelerin büyük oranda kendilerine göre yorumladıkları ve kendi haklılıklarını gerekçelendirmek için araçsallaştırdıkları bir hâl almaktadır. Eğer böyle ise o zaman davranışlarımızın ve düşüncelerimizin ‘ahlâk’i ve ‘etik’ olma ölçüleri ne..?
Bu konuda en azından felsefi düzlemde yazılanların yoğunluğu bir yana, burada belki en başa dönmek ve Sokrates’i yeniden hatırlamak gerekecektir. Şundan ki ünlü filozofun “kendini bil/tanı” buyruğu, insanın kendini bilmesinin (tanımasının) güç olduğu kadar olanaklı olduğunu da ortaya koymaktab, “insanların hep istedikleri, peşinde koştukları mutluluğun, ancak erdemli olmakla, yani ‘iyinin bilgisine’ sahip olmakla elde edilebileceğini ve bunu da yaşamıyla ve söyledikleriyle bize gösterdiğini” ifade etmektedir. Bu öyle bir yaşamdır ki sonuçta Sokrates’i, ya bütün ömrü boyunca savunduğu doğruları inkâr etmek ya da bu doğruları sonuna kadar savunmak pahasına ölümü seçmek gibi çok keskin bir yol ayrımına getirecek ve “çıplak ayaklı filozof” “ en küçük bir tereddüt göstermeyerek ölümü seçecektir.
Bir yanda içinde yaşadığımız siyasal/kültürel ikliminde ahlâk(etik) adına söylenenler ve yapılanlar, bunun bireysel/toplumsal yansımalarıyla açığa çıkan çözülme ve çürüme hâli, diğer yanda ise “kendini bil/tanı“ diyen ve bu yolda bedel ödemekten geri kalmayan “çıplak ayaklı Sokrates”.