Tayfun Can Onuk
tayfuncanonuk@gmail.com
100.000 öğrenci hedefine ulaşmamıza, yetkililere göre az kaldı. Gaile’yi takip ediyorsanız bir süredir üniversite, öğrenciler, eğitim adası olma çalışmaları gibi konulara aklımın takıldığını biliyorsunuzdur. Malumunuz, tercih ve yerleştirme dönemi bitti. Öğrenci alan aldı, alamayan okul da gelecek yıl için herhalde çalışmalara başladı. Şu an meselemiz, adaya getirdiğimiz bu öğrencilerin nasıl bir hayat yaşayacağı olmalı.
Şu an kullandığımız üniversite modeli fikrini her ne kadar Antik Yunan okullarından almış olsa da esasen Sanayi Devrimi ile biçimlenmiştir. Sanayi Devrimi’nin pek çok etkisinden biri olan kentleşmeye özel bir önem veririm. Sanayi Devrimi bugün bildiğimiz anlamda bir kent ve kentli yaratınca taşra ve kent de birbirinden ayrılmış oldu.
Solcu arkadaşlar bana gönül koyacaktır ama kentli orta sınıf, nam-ı diğer burjuva, bugün ulaştığımız kültürel ve sanatsal donanımı üretmekte dolaylı itici güç olmuştur. Roman, öykü gibi modern edebi türlerin, opera, modern dans gibi performans sanatlarının doğma sebebi de, gelişme kaynağı da kentlilerdir. Bu sebeple bildiğimiz bütün Batı modeli ile modernleşen toplumlarda sözlü halk edebiyatı ile yazılı kent edebiyatı arasında keskin bir ayrım vardır.
Şehirde yaşamak bireylere farklı bir kültürel donanım kazandırır çünkü şehirler tanımadığınız insanlarla aynı kamusal alanı paylaştığınız yerlerdir. Tanımadıklarımızla aynı kamusal alanı paylaşmak adına adab-ı muaşeret de diyebileceğimiz bir etik kodun gelişmesini sağlar. Tönniesçi bir açıdan bakarsak taşra toplumları cemaat modelindedir. Bireysellik düşük, kişisel alan dardır. Oysa cemiyet modelindeki kent toplumlarında birey olarak var olurken organik bağınız olmayan insanlarla da entegre olmanız gerekir. Kentli olmanın kültürel birikimi de buradan doğar.
Üniversitenin bireyleri kültürel açıdan dönüştürmekle yükümlü olduğunu söylesem herhalde itiraz etmezsiniz. Zaten bu sebeple toplum genelinde de üniversite mezunlarına yönelik bir beklenti seti var. Birey hangi akademik alanda uzmanlaşıyor olursa olsun üniversitede geçirdiği yılların kültürel bir olgunlaşma ve zenginleşme ile sonuçlanmasını haklı olarak bekliyoruz. Ben de bu durumda daha iddialı bir yaklaşımla, üniversitelerin bu işlevini tam olarak yerine getirmesinin tek şartının bir kentle temas olduğunu iddia ediyorum!
Üniversite öğrencisi şehirle bütünleşecek, istediğinde sinemaya/tiyatroya/konsere gidecek, toplu taşımada kendi topluluğu dışından insanlarla aynı alanı paylaşacak, şehrin açık kamusal alanlarında toplanıp zaman geçirecek, tarihi eserler ve kent mobilyaları ile mimari bir estetik deneyimleyecek ve bunların hepsinin sonucunda kent kültürünü edinmiş, ‘dünya vatandaşı’ olmaya yaklaşmış bir birey olacak. Buna üniversitenin marjinal faydası olarak bakabiliriz.
Adaya gelen 90.000 öğrenciyi kültürel açıdan nasıl dönüştüreceğiz?
5 yıldan uzun süredir Güzelyurt’a 10 dakika mesafedeki Kalkanlı köyünde yaşıyorum. Mensubu olduğum üniversite buraya davet üzerine yerleşke açtı ve üniversitenin yaratacağı potansiyel ile bölgeyi geliştireceği umularak yerleşke alanı seçildi. Daha önceki yazılarımda da organik olarak gelişim gösterememiş bölgeleri geliştirmenin bir yolu olarak üniversite açılması politikasından bahsetmiştim. Burada gözden kaçan şey köyden kente doğru bir dönüşümün çok zaman, emek ve başarılı stratejiler gerektirdiği. Yani “Üniversite açılsın, öğrenciler gelsin, buralar nasılsa gelişir.” beklentisi gerçeğe dönüşmüyor. Bunu Kalkanlı örneği ile açıklamak istiyorum.
Öğrenciler başta olmak üzere üniversitenin mensupları elbette bölgede bir potansiyel yarattı. Fakat bu durum çok da istendik sonuçlar yaratmadı. Ne mi oldu?
- Kiralar aldı başını yürüdü! Sınır komşusu olduğumuz köyün konut kapasitesi, öğrenci talebini haliyle karşılamadığından mevcut konutların kiraları kontrol edilemez hale geldi.
- Çirkin ve estetikten yoksun yapılaşma başladı! Öğrenci potansiyelini gelire dönüştürmenin en kısa yolu yapılaşma olduğundan yapılaşma faaliyetleri, olabilecek en düşük maliyetle başladı. Bu durumda planlama ve estetik konularını düşünen olmadığı için çirkin apartmanlar bir bir yükseldi.
- Köyün dokusu bozuldu! Uzaktan bakıldığında köy deseniz, yapılaşması yüzünden köy olmayan; kent deseniz imkânsızlıklarıyla kent olmaya yaklaşmayan bir yerleşim yeri doğdu.
Bu çok dertli olduğum mevzuyu sayfalarca anlatabilirim, kendime mukayyet oluyorum. Sonuca baktığımızda öğrencilerimizin büyük bir kısmı köyde yaşıyor. Ama bu köyle bütünleşmeleri, Kıbrıs kültürünü içselleştirmeleri sonucunu yaratmadığı gibi köylünün de köyüne yabancılaşmasına sebep oluyor. Çünkü bir kentte kamusal alanlarda yapılması oldukça sıradan olan şeyler, köy için kabul edilebilir değil. Öğrencilerin eğlenme kültürü, köy ortamında var olamaz. Mecburen var olduğunda da köylüler-öğrenciler çatışması kaçınılmıyor. Öğrenciler bir kentte olmanın tatminini hissedemedikleri için mutsuz olurken, köylüler de yerlisi oldukları köyde yaşamanın huzuru kaçtığı için hırçınlar.
“Sonuç olarak köy gelişti mi?” sorusuna verilecek cevap çetrefilli. Evet köyde kiralar, arazi bedelleri arttı. 2 yerine 5 marketimiz var. Bir köyde doğal olarak bulmayı beklemeyeceğiniz kadar bar var. Kaba bir tabirle ‘para dönüyor’ ama bana sorarsanız köy gelişmiyor. İsterse yirmi bar daha açılsın biz halen köyde yaşıyoruz. Kentin bize sunabileceği hiçbir şeyi köy sunamıyor.
Güzelyurt ise daha iç burkan bir hikâye. Kalkanlı ile Güzelyurt arasındaki ulaşımın yıllar içinde sorunlu olması, Kalkanlı ile okulun kapı komşusu olması gibi sebeplerle Güzelyurt’un yakın bir köye üniversite açılması kaynaklı beklentilerini karşılayabildiğini hiç sanmıyorum.
Kentleşmek için kesinlikle ‘daha çok para harcayan insan’ yeterli değil. Taşra yerleşimleri ile üniversiteleri komşu yaptığımızda hem taşra yerleşiminin dokusunu bozuyoruz hem de üniversite mensuplarının üniversitenin kültürel kazanımlarını almasının önüne geçiyoruz.
Karikatürize ediyor olacağım ama mensubu olduğum üniversitenin Kalkanlı’ya kurulması bence petrol sektörünü canlandırdı. Çünkü ben, en stereo tipik kentli talebi olan kafede ders çalışma isteğimi bile Lefkoşa’da karşılamak zorundayım. Öğrencilerin temel eğlence istekleri ile biçimlenen köyümüzde eğlenmeyi de çok seviyorum, yanlış anlaşılmasın, ama kente dair ihtiyaçlarımı karşılayan yer Lefkoşa.
Konuyu içine çektiğim bireysel noktadan kurtararak bitireyim. Kentler, her maddi kesimden öğrencinin kültürlenmesi için bir mecburiyet. Gerçek üniversitelileri; arabası olmayanın toplu taşıma olanaklarını kullanacağı, bir mekânda para harcamak istemeyenin kamusal alanlarda sosyalleşebileceği, canı sıkılanın zenginleştiren bir aktivite olarak yürümeyi seçebileceği kentler yaratabilir. Arabası olmayanın kıpırdayamadığı bir coğrafya, ancak maddi refahı yüksek bir kesimi mutlu eder, bu kesim dışındakiler bütün olanakların dışında kalır. Örnek isterseniz hemen vereyim: Küçük Kaymalı’da yaşayan bir öğrenci hayal edelim. Akşam saat 19.30’da sıkıldı ve evden çıkmak istedi. İnsanlarla canlı, ışıklı bir caddede yürüyerek zaman geçirmek ve bir yerlerde oturmak istiyor. Bunun için Dereboyu’na gitmeye karar vermiş olsun. Eğer Küçük Kaymaklı’dan Dereboyu’na taksiyle gidecek parası yoksa/bu parayı harcamak istemiyorsa gidemez. Çünkü o saatte kent içi ulaşımımız yok. Mesafe yürümek için çok uzun, hem keyifli bir rota da yok. Dereboyu’na vardı diyelim. Lefkoşa’mızda henüz açık alanlarda zaman geçirme kültürü yeterince gelişmediğinden oturacak bir bank vs. bulamadığından mecbur bir işletmeye oturacak. Yani gidiş dönüş taksi ile en azından 2 çay için parası cebinde olmayanı evine hapsediyoruz. Ben de açıkça böyle yaparak kentleşemeyiz diyorum.
Adamızda üniversite ve üniversiteli istiyorsak, kentleşmeye ve kentlere ihtiyacımız var. Bunu da her az gelişmiş bölgeye üniversite açarak başaramayız. Planlama yapmak zorundayız. Öğrenci dostu kentler için strateji geliştirmek zorundayız. Konut azlığından kiraların akıl almayacak tutarlara yükselmesi ev sahiplerini çok mutlu edebilir ama eğitim adası olma hedefindeki bir yönetimin önceliği bu olmamalı.
Hayatımın geri kalanını Kıbrıs’ta geçirmek isteyecek kadar alıştım buraya. Uzaklaşmak kâbus gibi geliyor. Ama zaman zaman geniş çimli, ağaç gölgeli parklarda oturmak, kahve alıp kalabalık caddelerde yürümek, arabaya binmeden bir yerden bir yerlere ulaşmak, her ihtiyaç için şehir değiştirmemek gibi arzular da yaşıyorum.
Üniversite ve kent birbirini mükemmel şekilde besleyen yapılardır. Bugün etrafımıza bakarsak bu etkileşimi istediğimiz yoğunlukta göremeyiz. Kentlerimizin üniversiteden göreceği faydayı kiranın 3 değil de 5 lira olması vizyonsuzluğuna bağlamasak, çok daha ötesini görebiliriz. Fakat mevcut durumda Kuzey Kıbrıs’taki kentlilerin kentleri ile etkileşimleri de çok zayıf. Arabayla A noktasından B noktasına gidip oradan da geri dönüyoruz. Kentin kamusal alanlarında zaman geçiremiyoruz, cazibeli kamusal alan eksiğimiz var (Tamamı bir kıyı şehri olan Girne’de deniz kenarında yürüyebileceğimiz şeridin uzunluğu arpa boyu kadar mesela).
Üniversiteleri besleyecek kentler için harekete geçelim, sonrasında üniversitelerin de kentlerimizi zenginleştirdiğini mutlulukla izleriz. Bir sonraki yazıma dair de ipucu vereyim: Bu eksikliğini anlattığım kamusal alan çok heyecan verici adımlarla Lefkoşa Surlariçi’nde oluşuyor. Haftaya görüşürüz.