Emre Akbil
emreakbil@gmail.com
1/
Sadece küçülmeyi arzulayan bir Alice, Harikalar Diyarının minör sızıntılarına kapılabilirdi. Çünkü minör bir tutku farklı kapılar, alternatif dünyalar ve gelecekler sunar. Edebiyat, mimarlık, müzik ve belki de bütün sanatlar içinde bulunduğu durumun dışına taşabilen kılcal sızıntılar ürettiği zaman devrimci hatlara ve yeni arzu biçimlerine alan açarlar. Deleuze ve Guattari’nin Kafka’nın edebiyatında keşfettiği böyle bir arzudur. Bir arzu sızıntısı. Kafka kendi kurgusunu kendi yaratır ve ulu amaçların dışına taşan farklı mücadele alanları açabilmeyi umut eder ve bunu “başka potansiyel topluluğu ortaya çıkarmak, başka bir bilincin ve başka bir duyarlılığın araçlarını oluşturmak için” yapar (Deleuze ve Guattari 2000). Kentlerin demokrasisi böyle bir tutku ile örülmelidir.
Üzerinde yaşadığı coğrafyayı tanınmaz hale getiren, bayraklar, dini yapılar, parlamentolar, anıtlar inşa ederek coğrafyanın üzerini tek desenli bir halı ile örten milliyetçi iktidarlar, feodal yapılar ve monarşileri de bu halı desenine dokudu ve onlardan vazgeçmeden onları daha büyük bir bütünün parçası yaptı. Böylelikle feodal güçler ulusal ölçekteki güç ağlarına entegre olurken çok daha etkin totaliter makineler, devletler, ortaya çıkmış oldu. Sermaye birikimi ile gelen ekonomik dönüşümün tüm coğrafyaları bir bir etkisi altına aldığı bu dönemde iki büyük düşünürün iki farklı siyaset yönelimi ortaya çıkmıştı. 17. yüzyılın çalkantılı sularında yüzen seküler düşünürler Hobbes ve Spinoza, birbirinin zıttı yönelimleri olan politik önermeleri ile ortaya çıktığında monarşi ve aristokrasi gibi kurumsal yapıların belli ölçülerde sürekliliğini sağlayan Hobbes’cu devlet aygıtı Spinoza’nın minör demokratik yönelimlerini kolayca geri plana itmişti (Virno 2013). Spinoza’nın sesi yıllar sonra Nietzsche’de yankılansa da bu yankı büyük güruhların sesi içinde yutulup gitmişti. Yüzyıllar sonra Spinoza’nın sesi duyulmaya başlamış, kitap raflarında hatırı sayılır bir yer buluyorsa bunda Deleuze gibi felsefe virtüözlerinin rolü büyüktür. Ve işte yüzyıllar sonra rüzgarlar değişmeye başlıyor. Spinoza'nın sessiz, derin ve minör dalgaları kentlerin kıyılarına vurmaya başlıyor.
Demokrasinin Özneleri
Kentlerde birçok hayalet dolaşıyor. Marx’ın hayaleti kapitalizm tarafından döllendi ve binbir küçük hayalete dönüştü. Kapitalizm, hedef aldığı komünizmi tıpkı dünyaya çarpmak üzere olan koca bir asteroidi patlatan füze gibi binbir parçaya ayırdı. Bu parçacıkların her biri Dünyanın atmosferine girmeyi başardı. Kapitalist elitin toz ile buz olan komünizm karşısındaki sevinci, 1970’lerden bugüne gelen süreçteki büyük orgi, son bulmak üzere. Ancak bugün farkına varabiliyorlar… aslında tek bir kütle olarak, tek bir kök olarak komünizm kapitalin başka bir yüzüydü ve ancak şimdi binbir parçaya ayrılan bu parçacıklar merkezinden, kökünden, kurtulunca tüm Dünyaya yayılan binbir hayali meteor yağmuruna dönüşmek üzere. Bu yağmur başka Dünyaların kapısını çalmaya başlıyor… içinde bulunduğumuz süreç, içkin gücünü keşfeden canlılığın sömürü güçlerine karşı yeniden ayağa kalkma sürecidir.
Madrid, Barcelona, Atina, İstanbul, Lizbon, Hong Kong, Buenos Aires ve daha birçok kentte hayaletler yavaşça ete kemiğe bürünüyorlar, meteorlar yeryüzüne düşmeye başlıyor. İspanya’daki 2015 seçimlerinde, özellikle Barcelona ve Madrid gibi ana kentlerde, Podemos gibi yeni bir siyaset dili kurmaya çalışan partilerin ve İndignados (Öfkeliler) gibi sivil inisiyatiflerinkolektiflerin politik arenayı toplumlar için talep ettiğini ve bunda da hatırı sayılır bir başarı elde ettiğini görüyoruz. 2008 sonrası dönemde gelişen alternatifsiz gibi görünen dünya düzeninin krize girmesi ile Tunus’da kendini gösteren, oradan İspanya’ya ve daha sonra Amerika’ya kadar uzanarak Occupy (İşgal) hareketlerini tetikleyen toplumun moleküler düzeyinde çoğulcu hareketler olarak gelişen örgütlenme biçimi Türkiye’de Gezi olaylarını da etkilemişti. Birbirinden farklı dinamiklere sahip olan bu olaylar daha fazla iletişim araçlarının spontane, hızlı, sürekli, ve kolektif oluşumlara imkan tanıyan dönüşümlerin sonucu olarak yorumlandı (Manuel Castells: İsyan ve Umut Ağları, İnternet Çağında Toplumsal Hareketler). Bu yorumlara göre sosyal medya araçları örgütlenme biçiminin değiştiği bir ortamı tetiklemişti. Mekandaki fiziki örgütlenme biçimlerinin bu politik çeşitlilik ve devinim ile nasıl bir ilişki içinde olduğu sorusu iletişimin ve dilbilimin hakimiyetindeki siyasal söylemler arasında nadiren yer buldu. Hâlbuki kentler bu dönüşümlerin baş aktörleri gibiydiler. Tahrir, Syntagma, Taksim, Catalunya meydanları ve bu meydanlara açılan sokaklar birer politik aktöre dönüşmüşler, birbirinden ayrık, farklı yönelimlere sahip çoğulcu kolektiflerin müşterek zeminini oluşturmuşlardı.
Kentlerin demokrasisi çağına doğru küçük adımlar atılıyor. Küçük, özgün ve değerli adımlar… ve bir o kadar hassas ve kırılgan. Politikayı devre dışı bırakan, siyaseti kuşatan, kamu ve piyasa ortaklığı ile beslenen hegemonik güç (Foucault’nun terimi ile “öteki üzerine uygulanan güç” veya Negri’nin terminolojisinde büyük harf ile telafuz edilen Güç) girift bir ilişkiler ağı biçiminde özneleri baştan çıkarmaya, yönetmeye ve hatta üretmeye devam ediyor. Hegemonik gücün pırıltılı ve şaşalı temsiliyet makinesine kapılan birçok özne kendi içkin güçlerini gönüllü olarak devrediyor. Lazzarato, Guattari’den ödünç alarak, “özne üretimi günümüzün en önemli emtiasıdır” diyor.
Buzdolabı, araba, televizyon ve diğer emtialar gibi özneler de birer ürüne dönüşmüştürler ve dahası üretilen tüm değerlerin koşulu olarak özne farklı bir konuma sahiptir. Post-Fordist paradigma içinde değerlerin üretimini koşullandıran ve düzenleyen temel koşul özneleşme biçimleridir (bir buzdolabı üretilmeden önce onu satın alacak öznesi üretilmelidir). Günümüzün ekonomi politiği özneler üzerinden yürür. Foucault özneleşme (subjectification) süreçlerini iktidar, bilgi ve güç ile örülmüş bir ağın içinde incelerken özneleri çevreleyen ve üreten bu yapıya dispozitif (aparat) adını vermişti. Foucault için özneleşme hem bir baskı biçimi hem de bir özgürleşme alanıdır.
Kentler ve yapılı çevre bir yandan dispozitiflerin farklı biçimlerde etkinliğini artırdığı yerler diğer bir yandan da karşı-özneleşme süreçlerinin mücadele alanlarıdır. “Komünist Manifesto”daki “bir hayalet” sınıf mücadelesi olarak kurgulanmışken Kentlerin Demokrasisi birçok hayaletin farklılaşan mücadelelerinin eklemlenmesi ile oluşan pratik bir düşünce altyapısı oluşumu için bir denemedir.
Öznelerin Üretim Alanı Olarak Kentler
Bir iktidar pratiği olarak özne üretimi çoğunlukla dil ve söylemler üzerinden tartışılmış ve (yapısalcı psikanaliz ve dekonstrüktivist akımda olduğu gibi) kent ve mekanın maddesel örgütlenmesinin öznelerin üretiminde önemli roller üstlendiği gerçeği neoliberalizm karşıtı düşünürler tarafından çoğunlukla ihmal edilmiştir. Her bir kent, her bir sokak, her bir ev özneleştirme fabrikalarıdır. Foucault, “Hapishanenin Doğuşu” kitabında, hastaneler, hapishaneler, mahkemeler, okullar ve kışlalar gibi mimari tipolojilerin disiplin toplumunun kurgusunda önemli bir yere sahip olduğunu öne sürdüğünde modernitenin disiplin toplumu içinde ciddi bir eleştirel alan açmıştı. Bu eleştirel alanın diğer mimari tipolojilere, kentlere ve diğer çağlara aktarılması sonu gelmeyen bir gerekliliktir.
Ulaşım, erişim ve güvenlik gibi ‘teknik’ kavramlar kentlerdeki özneleştirme sistemlerinin en belirgin biçimleridir ve teknik olmanın ötesinde politik üretim makineleridir. Örneğin sokakta arabanın ve araba ulaşımının kapladığı alan arttıkça kendi içine kapanmış yalnız özneler oluşurken, yürüme eylemine daha çok olanak veren sokağın özneleri, farklılaşabilen ve farklılıkların farkında olabilen özneler üretecektir (araba ve özneleşme ilişkisi için Guattari ve Lazzarato’nun önermesi olan makineci kölelik (machinic enslavement) kavramı daha detaylı incelenebilir). Yürünebilir kentler sürdürülebilirlik söylemlerinin ötesinde öznelerin kendilerini daha kolektif bir üretim içinde buldukları bir ortamı hazırlar. Ulaşım biliminin teknik alanına indirgenmiş olan yollar, sokaklar ve caddeler aslında politik üretim alanının, politik uzamın, parçasıdırlar.
Güvenlik kavramı kentlerdeki temel özneleştirme araçlarından belki de en önemlisidir. Güvenlik kavramı kentleri adeta birer üretim hattına dönüştürebilecek kadar güçlü bir dispositiftir; bireyleri ayrıştıran, sınıflayan, paketleyen ve ambalajlar içinde sunan bir üretim hattı gibidir. Özel güvenlik birimleri, kameralar, kartlı veya kontrollü girişlere rastladığımız her mekan, bu bir üniversite kampüsü veya bir alışveriş merkezi olabilir, güvenli ve ayrıcalıklı mekanlar yaratırken aynı anda sistematik olarak toplum içindeki özneleri sınıflandırarak ve ayrıştırarak farklı kentli tipleri üretimine katkı koyar. Kentsel ayrışmaların yoğun olduğu kentlerde güvenlik kaygısı mekânsal bir yönetim paradigmasına dönüşür. Bu yönetim paradigması kent dokularını parçacıklara ayrıştırır ve parçacıklar etrafına güçlü ve tanımlı sınırlar inşa eder. Sınırlandırılmış kent parçaları içinde birbiri ile çatışan özneleşme süreçleri yaşandığından kültürel olarak bir araya gelmesi mümkün olmayan, ortak paydaları olmayan sosyal gruplar türer. Bu ayrışmalar çoğunlukla ırk, etnisite ve dini (biyo)iktidar alanları ile örtüşür ve kentsel şiddeti besler. Her mahallenin, her toplu konut biriminin ayrı güvenlik şirketleri ile korunduğu Beyrut bu mekanların en uç örneklerinden biri olarak gösterilebilir (Stratis). Burada farklı sosyal ve etnik grupların birbiri ile paylaşabileceği müşterek mekanlar tamamı ile tüketilmiştir. Güvenli alanlar olarak tanımlanmış bölgeler, aslında kendi egemenlik alanlarını inşa ederken kendi ayrık öznelliklerini de üretmektedirler.
Müşterek ve çoğulculuğa açık mekanların olmadığı bir kentte yeni bir paylaşım kültürünün doğup süreklilik kazanması zor olacaktır çünkü paylaşımcı kentli öznenin örgütlenerek varlığını sürdüreceği alanlar sınırlıdır. Kimi kuramcılar söylemler üzerinden bir ortaklık yaratılabileceğini düşünebilir. Söylemsel düzlemin özne üretimindeki yetersizliklerine daha sonra değineceğiz. Şimdilik sosyal medyada canlanan ve kendiliğinden gelişen örgütlenme modellerinin ete kemiğe büründüğü siyasal alanın kentin müşterek mekanları, yani meydanlar, parklar ve sokaklar olduğunu söylemek ile yetinelim. 2010 Tunus’unda, 2012 İspanya’sında, 2013 Türkiye’sinde dipten gelen devinimin görünür olduğu mekanlar kentlerin ana damarları ve kalpleri olan kamusal-müşterek mekanlardı. Toplumsal hareketler kendi öznelerini üretebildikleri sürece veya bir özneleşme pratiği geliştirebildikleri ölçüde süreklilik kazanır. Öyle ise aramamız gereken şey bir devrimin koşullarından önce özgür öznelerin kendi koşullarını yaratabilme yeteneğine kavuşması, yani alternatif özneleşme kanalları yaratılmasıdır. İşte bu alternatif alan içinde kendi farklarını koruyarak politik bir örgütlenme içinde yer alabilmeyi çoğulluk adı ile anacağız (Türkçe’ye bazı kaynaklarda çokluk olarak çevrilen ‘multitude' terimi yerine çoğulluk terimini kullanmayı yeğliyorum.)
Çoğulcu politik örgütlenmenin koşulları nelerdir? Fukuyama’nın “Tarihin Sonu mu?” sorusuna karşı sorulması gereken soru budur. İdeolojik ikilemlerin son bulduğu, tüm farklılıkların, alternatif yaşam biçimlerinin ve hatta tarihin üzerini kaplayan aygıtlar bütünü olarak yeni “imparatorluk” ancak çoğulluğun kendi içkin gücünü kavraması ile son bulacaktır. Bu kavrayışın tarihçesi çok önceden Spinoza ile yazılmaya başlamıştır ve kentlerin demokrasisi, çoğulcu politik örgütlenmenin koşullarını arayan uzun bir tarihçenin parçasıdır.
--------------------------------------------------------------
Antonio Negri, Yaban Kuraldışılık/ Spinoza Metafiziğinin ve Siyasetinin Gücü, Çev. Eylem Canaslan, İstanbul, Otonom, 2005.
Antonio Negri ve Michael Hardt, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çev. Barış Yıldırım, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2011.
Francis Fukayama, The End of History? https://ps321.community.uaf.edu/files/2012/10/Fukuyama-End-of-history-article.pdf
Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, Çev. Özgür Uçkan, Işık Ergüden, İstanbul, Y.K.Y., 2000.
Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınları, 2013
Michel Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu: College De France Dersleri, Çev. Alican Tayla, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015.
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul İmge Kitabevi, 2015.
Maurizio Lazzarato, Signs and Machines: Capitalism and Production of Subjectivity, Los Angeles, Semiotext(e), 2014.
Paolo Virno, Çokluğun Grameri: Çağdaş Yaşam Biçimlerinin Analizi İçin, Çev. Volkan Kocagül, Münevver Çelik, İstanbul, Otonom, 2013.
Socrates Stratis, Kişisel Sohbet, 2015