Kıbrıs Görsel Sanatlar ve Araştırma Merkezi CVAR’da yer alan bilgilere göre, “1795’ten başlayarak o dönemde Kıbrıs ile Küçük Asya arasındaki ulaşım, Sicilya’nın Ragusa kentinden kaptan Roretti’nin elindeydi...”
Rita Severis’e ait CVAR’ın bloğunda bu konuda şöyle deniliyor:
*** 1795’ten başlayarak Kıbrıs ile Küçük Asya kıyıları arasındaki ulaşım, Sicilya’nın Ragusa kentinden kaptan Roretti’nin elindeydi... Girne’nin hemen dışında, daha sonraları “Fungi” olarak bilinecek olan bölgede çok geniş arazileri vardı, bu bölgeye çeşitli kereler, Osmanlılar’ın kovuşturduğu Rumlar sığınıyordu. Buraya sığınanlar arasında Hacıyorgacis Kornesios da vardı, kaptan Antonio Roretti, onu 1808 yılında kendi gemisiyle güvenli biçimde Konstantinopoli’ye (İstanbul’a) göndermişti.
*** 19 Ocak 1814’ten hemen sonra Kaptan John Macdonald Kinneir de Girne’de bulunmaktaydı ve Karamanya’ya giden gemiye binmeyi istiyordu. Fakat gemiyi kaçırmıştı, böylece meşhur “Fungi” bölgesinde bir süre kalarak kentin tadını çıkarma fırsatı elde etmişti.
*** Bu konuda şöyle yazacaktı: “Bir kayayı aşıp da köşeyi dönünce, uzaklardaki Kilikya'yı görebiliyorduk, bu da Kıbrıs’ta gördüğüm en iyi yerdi: Burası dar bir toprak parçasıydı, makilikler ve ağaçlarla kaplıydı, bir tarafta deniz, öbür tarafta dağlar vardı, Doğu’dan Batı’ya doğru uzanıyordu bu dağ silsilesi, gözlerinizin görebileceği yere kadar... Kerinya ya da Türkler’in deyişiyle Cerinya, küçük bir kentti, antik bir şatosu vardı, bu şatonun yansıması, tam altımızdaki suda görülebiliyordu... Sağ kolumuzda ise muhteşem Bella Paisa manastırının kuleleri yükselmekteydi, ağaçlıklı tepelikler arasından...”
*** “Varır varmaz, Zabit tarafından bana verilen bilgiye göre, gemi sadece birkaç saat önce demir alıp karşı kıyıya gitmişti – bu durum bende biraz rahatsızlık yarattı çünkü içinde yaşanabilecek doğru düzgün bir bina bulmanın bile burada mümkün olamayacağını öngörüyordum... Gemi kaptanı Sinyor Loretti için bir mektup getirmiştim, benim kim olduğumu kendisine aktaran ancak o gemisinin başına geçip gitmişti ve böylece ben de Zabit’le tanışıp ahbaplık etmek durumunda kalmıştım, kendisi beni akşam yemeğine davet etmiş, bana bol bol şarap sunmuş ve bir de Kıbrıs konseri dinletmişti – Kıbrıslılar’ın bu konserini iki kör kemanecinin müziği oluşturuyordu, bir de oğlan çocuğu ud çalıp şarkı söylüyordu onların yanında...”
*** “Sabahleyin çok uzun bir bele sahip yaşlı bir hanım olan Sinyora Loretti kaldığım yere geldi... Katırından indi ve beni kendi çiftlik evine götürmeye geldiğini söyledi, böylece eşi Kelindri’den dönünceye kadar orada kalıp onu bekleyebilecektim. Müteşekkir biçimde onun bu nazik davetini kabul ettim ve akşam vakti evinde olacağını söyleyince bu yaşlı hanım oradan ayrıldı...”
*** “Akşamüstü saat dört gibi Sinyora Loretti’nin kaldığı yere varmıştım, küçük ama düzgün bir kulübeydi bu, Cerina’nın (Girne’nin – S.U.) üç mil kadar güneybatısında, yüksekçe bir tepede duruyordu... Yaşlı hanım kapıda beni karşılamaya çıkmıştı ve beni kalacağım yere doğru yönlendirdi, kulübenin diğer tarafındaydı bu yer ve bahçenin de tam ortasındaydı... Kaptan Loretti, birkaçyüz dönüm olan bu şahane araziyi yirmi kuruş ya da bir sterline satın almıştı, burasını iyileştirmek için buraya zeytin ağaçları dikmişti ki bu ağaçlar da kendisine kısa sürede çok büyük bir gelir getirmişti...”
*** “Cerina kenti ya da daha doğrusu antik Cerinya, geçmişte güçlü surlar tarafından korunmaktaydı... Liman küçüktü, kuzey rüzgarına açıktı ve 100 tondan fazla yük taşıyan herhangi bir gemiyi buraya kabul edemezdi. Fakat alışveriş kayda değer miktardaydı, burada yalnızca 15 kadar aile olsa dahi...”
*** 1738 senesinde ise Lefkoşa’yı ziyaretinden sonra Richard Pococke da Girne’ye varmıştı ve bu konuda şöyle yazacaktı: “Yıkıntılar içerisinde Cerines denen – ki bu antik Cerinya’dır – limana gittik... Yıkılmakta olan surların çapı yarım mil idi ve antik surlar üzerine kurulmuş gibi duruyordu – batı tarafını inceledim ve kayalardan oyulmuş büyük bir hendek bulunduğunu gördüm, buradaki kare şeklindeki kalenin doğuya doğru genişlemesine yol açmıştı bu açıklık ve burasının çağı da dörtte bir mil kadardı...”
*** Burasının çok güçlü olduğu tahmin ediliyor olsa da, Venedikli vali, Türkler buraya doğru ilerlerken hiç utanmadan kaleyi teslim etmişti, daha düşman kaleyi kuşatmamıştı bile! Kentin batısında çok sayıda mezarlık korulukları vardı, bazı sütunların hala ayakta olduğunu gördüm, bazı antik binaların kalıntıları da görülebiliyordu... Kentte ayakta kalmış olan tek bir kilise vardır, birkaç tane kilise ise yıkıntılar içindedir. Kilisenin papazı Solya manastırında yaşıyor, orada beş-altı Hristiyan aile bulunmaktadır....”
*** “Burada esas ticaret Karamanya’daki Selefki (Silifke – S.U.) iledir – bu da Kilikya’nın antik Seleuçia kentidir – ticaret iki küçük Fransız gemisiyle yapılıyor. Bu gemiler, Mısır’dan Kıbrıs’a getirilen pirinç ve kahveyi ihraç ediyor... Ve gemicikler Kıbrıs’a sakız ve çok sayıda yolcu getiriyorlar... Kimi zaman da Pamfilia’daki antik Attalia olan “Satalia”ya da gidiyorlar fakat Selefki adanın bu bölümüne en yakın yerdir, yalnızca 30 fersah uzaklıktadır...”
*** KIBRIS’TAN HATIRALAR...
“1700’lü yıllarda Yahudiler’in Kıbrıs’a yerleşmesine hiçbir şekilde izin verilmiyordu...”
Kıbrıs Görsel Sanatlar ve Araştırma Merkezi CVAR’da yer alan bilgilere göre, “1700’lü yıllarda Yahudiler’in Kıbrıs’a yerleşmesine hiçbir şekilde izin verilmiyordu...”
Rita Severis’e ait CVAR’ın bloğunda bu konuda şöyle deniliyor:
*** Michael de Vezin Fransız asıllıydı ve 16 sene boyunca İngiltere’nin Halep ve Kıbrıs Konsolosu olarak görev yapmıştı. 1792 senesinde 51 yaşında iken Larnaka’da vefat etmişti... Michael de Vezin, Kıbrıs için küçük bir broşür de kaleme almıştı... Bu broşürden pasajları buradan aktarıyoruz...
*** “Kıbrıs, Akdeniz’in en büyük adasıdır, Sicilya hariç... 200 İngiliz mili uzunluğundadır ve en geniş yeri 70 mil kadardır, çevresi 480 İngiliz milidir ve toprağı da çok verimlidir. Dört vilayete ayrılmıştır ve bunlar da kendi içlerinde 16 ilçeye ayrılmıştır. Bölgeler Baf, Amathusa, Lapito ve Salamina’dır.”
*** “Türk sakinlerinin sayısı 60 bin kadardır, Rum sakinleri şu anda 20 binden fazla değildir, geçmişte sayıları Türkler’den kat kat fazla olduğu halde... Ancak Rumlar’a sürekli dayatılmakta olan baskıcı vergiler ve onlardan sökülüp alınan inanılmaz katkılar, Hristiyanlar’ın büyük göçüne yol açmıştır. Maronitler ve Ermeniler de vardır fakat sayıları azdır. Hiç Yahudi yoktur: Herhangi bir gerekçeyle adaya yerleşmelerine izin yoktur ve hatta buradan geçecek olanlar dahi, onların egemenliği altında tolere edildikleri birceez Hristiyan ulusunun Konsolosluğu’ndan iyi birer pasaporta sahip olduklarını kanıtlamak zorundadırlar. Kıbrıs’ın bir bütün olarak nüfusu 80 bin kadardır...”
*** “Nicosia ya da Levkosia, tüm adanın başkentidir. Bu, neredeyse adanın tam ortasındadır. Lapitho vilayetinde Rum Başpiskobosu’nun kaldığı yer vardır ki kendisi Konstantinopol Patriarkı’ndan tümüyle bağımsızdır. Rum Başpiskobosu’nun vergilerden muaf geliri yılda 30 bin kuruştur. Üç tane yardımcı piskobosu vardır Rum Başpiskobosu’nun ki bunlardan biri Çerigno’da (Girne’de – S.U.), biri Larnaka’da ve üçüncüsü de Baffo ya da Baf’tadır, bunların ortak gelirleri de 60 bin kuruş kadardır. Hükümetin bulunduğu yer de oradadır.”
*** “Kıbrıs bir Müsellim ya da Vali (Paşa Yardımcısı) tarafından yönetilmektedir, kendisi aynı zamanda Muhassıl’dır ya da Büyük Vezir’in gelirlerini toplamaktadır, Lefkoşa’da oturur ki burada tüm yüksek mahkemelerin davalarına bakılır. Genellikle her yıl değiştirilir fakat Hacı Baki Ağa, bu onura Başpiskobos ve ahbaplarının etkisiyle getirildiği için birkaç yıl boyunca 1784 senesine kadar bu görevde kalmıştı – ta ki kendi çıkarları hilafına piskobosların yürüttüğü alışverişler konusunda anlaşmazlığa düşünceye kadar... Böylece Başpiskobos ve piskobos yardımcıları alel acele Konstantinopol’e gitmişler ve oradan yardım istemişlerdir. Gerçekten de vali geri çağrılmış fakat tüm bu hikaye piskoboslara o kadar çok paraya mal olmuştur ki, bugüne kadar o günlerde borçlandıkları paraları hala ödeyememiş gibi yapmaktadırlar...”
Pesarolu Elias’ın 1568 tarihli mektubundan pasajlar: “Mağusa’nınki kadar güzel ekmek görmedim ama çok pahalıdır...”
Kıbrıs Görsel Sanatlar ve Araştırma Merkezi CVAR, bloğunda Pesarolu Elias’ın 1568 tarihli mektubundan bir pasaj yayımladı...
Rita Severis’e ait CVAR’ın bloğunda bu konuda şöyle deniliyor:
*** Bu alıntı, Pesarolu Elias’ın Mağusa’dan kardeşine ya da İtalya’da bir arkadaşına yazmış olduğu 18 Ekim 1568 tarihli mektubundandır... Mektubu yazan Elias, karısı ve ailesiyle birlikte Kutsal Topraklar’a göç etmek istiyor fakat Suriye’deki veba haberi onları Kıbrıs’ta kalmaya zorlamış... Pesarolu Elias, mektubunda şöyle diyor:
*** “Buradaki tuz, son derece incedir, iki pound ölçüsünde (bir pound, 16 oz. Kadardır – S.U.) tuzu, beş Venedik katirinisine (parasına) alınabilir. Mağusa’nınki kadar güzel ekmek hiç görmedim fakat pahalıdır. Bolonya sepetiyle buğday 4 Bolonya parasına satılmaktadır. Zeytinyağı gerçekten çok kötüdür, bunu yemek pişirmekte kullanamazsın, yalnızca idare lambalarında kullanabilirsin ama kokusu da çok kötüdür: 12 onsu, sekiz katriniye satılmaktadır. Çoğu insan, haşlama ya da yemek pişirmekte sısam yağı kullanmaktadır. Sısam yağı iyidir ve bir onsu iki katriniye satılmaktadır. Fakat kokusu o kadar güçlüdür ki bunu çiğ olarak tüketemezsin... Buralarda zeytinler, birer ceviz büyüklüğündedir ve ucuzdurlar – on pound kadar zeytini 15 katriniye satın alabilirsin. Fakat hiçbir zaman tam olarak olgunlaşmaz bu zeytinler...”
*** “Çok büyük miktarlarda nar vardır, bazıları tatlı nardır, bazıları ekşi nardır, bazılarının tadı da orta ekşiliktedir. Büyüktürler ve taneleri de kalındır, bunlara bakmak da, yemek de güzeldir. En büyük narlar bir katrinoya satılır ve neredeyse tüm sene boyunca bozulmadan kalırlar... Ben buraya vardığımda bağ bozumu hemen hemen sona eriyordu, Ağustos ayında toplarlar üzümleri, İtalya’dan bir ay önce kadar bu meyvalar olgunluğa erişir.”
*** “Şeftali zamanı da çoktan geçmişti... Burada yenilebilecek üzüm bulamadık, kimi zaman dağlardaki üzüm yetiştiricileri siyah ya da beyaz olmak üzere üzüm getirirler fakat bunlar da üç-dört günden fazla dayanmaz. Şarabın fiyatını da sordum ve bu sene 3 livre’ye satıldığını öğrendim. Büyük Bolonya ölçüsüne göre, 14 Bolonya parasına satılıyor. Çok güçlüdür ve üçte iki oranında suyla karışıtırılarak içilebilir ancak. Bir buçuk araba dolusu odun satın aldım, 11 gümüş marçelli karşılığında...”
*** “Soğanlar ve pıratsalar, İtalya’dakilerden daha narindir fakat iki katı paraya maloluyorlar. Lahanalar ve çiçek lahanaları da bol bol vardır, bir katrinoya insan taşıyabileceğinden çok fazla sayıda lahana ve çiçek lahanası satın alabilir... Ve her tür yeşillik de vardır, pancar, ısbanah, havuç, nane, mercanköşk, maydanoz, sedef ve diğer otlar çok fazla ve ucuzdur: ayrıca her çeşit hububat da vardır, bezelyeler, mercimekler, beyaz fasulyeler (kırmızı değil), pirinç, darı ve benzerleri, pahalı değildir. Her gün, sabah akşam, insan İtalya’daki kadar ucuza balık satın alabilir. Dört yumurta bir denaro’ya ya da her biri 1.5 katrino’ya mal olur. Kaz ve alinalar enderdir, birkaç kaz için beş ya da altı gümüş marçelli, bir çift alina için ise dört marçelli ödemek zorundadır insan...”
(CVAR’ın bloğunda “What I saw” (“Neler gördüm”) başlıklı yazı dizisinden bu sayfadaki metinleri özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).