Süleyman Gelener
sgelener@yahoo.co.uk
Laiklik ve sekülerleşme
Cermen dillerinin konuşulduğu ülkelerde hem gündelik hayatta hem de akademik olarak kullanılan sekülerleşme kavramı, Türkiye ve kuzey Kıbrıs’ta yeterince bilinmemekte, akademik çalışmalarda veya medyada çok sık kullanılmamaktadır. Laiklik kavramı sekülerleşme yerine de kullanılmakta ve kavram yanılgılarına neden olmaktadır. Volkan Ertit’in “Birbirinin Yerine Kullanılan İki Farklı Kavram: Sekülerleşme ve Laiklik” adlı çalışmasından yola çıkarak açıklamaya çalışırsak:
“Fransızca bir sözcük olan laïcité, Türkçeye laiklik olarak çevrilmiştir. En geniş anlamı ile laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması demektir. Laiklik, söz konusu devlet işleri olduğunda dinin hiçbir şekilde referans noktası olarak kabul görmemesi anlamı taşımaktadır” (Ertit, 2014).
Latince saeculum sözcüğünden gelen sekülerleşme ise, belli bir zaman dilimi içerisinde dinin, dinimsi mekanizmaların ve batıl inançların (doğaüstücülük ya da halk inançları) toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve topluma etki etme güçlerinin göreceli olarak azalması demektir (Ertit, 2014).
Bilimsel gelişmeler, endüstriyel kapitalizm, kentleşme ve modernleşme ışığında toplumlar gündelik sorunlarına din haricinde çözümler bulabileceklerini gördüler. Bu da sekülerleşme süreci içerisinde dini kurumların güç kaybetmesini, geleneksel din kurallarının toplumsal düzeyde geri planda kalmasını, kutsal yapıların kutsallık derecelerinin sorgulanmaya başlanmasını, gelenekçiliğin çözülmesini, bilimin metafizikten arınmasını beraberinde getirmiştir (Ertit, 2014).
Sekülerleşme olarak ifade edilen bu değişimler dinsizleşmek ya da inançsızlaşmak anlamına gelmemektedir. Bir birey oldukça seküler bir hayat yaşarken, günlük yaşamına din hiç nüfuz etmese bile, dine ve yaratıcıya inanabilir. İngiliz sosyolog Grace Davie bu süreci ‘believing without belonging’ olarak tanımlıyor. Sekülerleşme kavramı için önemli olan dinin gündelik toplumsal yaşama etki etme gücüdür (Ertit, 2014).
Laik olmayan devletlerin seküler yaşam tarzına sahip bireyleri ya da toplumları olabileceği gibi, laik devletlerin de oldukça dindar, seküler olmayan bireyleri ya da toplumları olabilir. Araştırmalar, İran toplumunun son 30 senede devleti kadar kendisini dindarlaştıramadığını ortaya koymaktadır. Devletin laik olmaması, şeriat ilkeleri ile yönetiliyor olması İranlıları daha fazla dindar yapmamış, sadece kamusal alanda zorla dindar görünmek zorunda bırakmıştır. Ancak, 20. yüzyıl boyunca laiklik ile yönetilen Türkiye toplumu, bu süreçte devleti kadar kendisini dinden soyutlayamamıştır (Ertit, 2014).
Habermas, yaşadığımız dönemi “post-seküler çağ” olarak adlandırır ve özellikle birkaç gelişmeye bağlı olarak dinin toplumsal yaşamda daha etkili bir hale geldiğini ifade eder. Benzer şekilde Jose Casanova da 1980 yılından sonra, dinin toplumsal yaşamda daha etkili bir konum edindiğini dile getirmektedir. Yaşadığımız coğrafyada son yıllarda yoğunluk kazanan muhafazakâr, toplumsal yaşamda dinin etkisini artırmaya yönelik çalışmalar da bu global eğilimi doğrular niteliktedir.
1983 sonrası anayasasında laiklik ilkesi bulunan Kıbrıslı Türk toplumu, hem kuzeydeki Türkiye toplumuna hem de güneydeki Kıbrıslı Rum toplumuna göre daha seküler bir görüntü sergilemektedir. Bu bağlamda, hem toplumsal yaşamda hem de eğitim alanında daha çok hissedilir hale gelen uygulamalar, belki de post-seküler döneme giren Kıbrıslı Türk toplumunda, diğer toplumlardan daha fazla endişe yaratmıştır.
Kıbrıs adasında laiklik, sekülerleşme ve bunların eğitime yansıması
Kıbrıs’ta iki farklı eğitim sisteminin kurulması Osmanlı dönemine dayanmaktadır. 1878 yılı sorası İngiliz döneminde de bu uygulama devam etmiş, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası da Elen ve Türk Cemaat Meclislerine bütün eğitim, kültür ve öğretim konularında teşrii kuvvet kullanma hakkını vermiştir.
Her iki toplumun eğitim sistemleri de uzun yıllar boyunca İslam ve Ortodoks dini ve kültürü etrafında şekillenmiştir. 1900’lü yıllardan itibaren ise laiklik ve sekülerleşme açısından iki toplum çok farklı süreçlerden geçmişlerdir.
Kıbrıslı Türk toplumu, 20. yüzyıl Osmanlı-Türk toplumsal değişim/dönüşüm tarihinden ve Cumhuriyet’in Kemalist devrimlerinden etkilenmiştir. Dini toplum kimliğinden, ulusal toplum kimliğine geçişi İngiliz sömürge yönetimince 1949 Haziran’ında resmen kabul edilmiş ve toplum “Kıbrıs İslamları” yerine, “Kıbrıs Türkleri” olarak kabul edilmiştir (An, 2014).
“Kıbrıs’ta İslami Kimlik Davası” (1996) adlı kitabında 1923-1960 arasını ‘evkafçıların yeni aydınlara yenik düştüğü yıllar’ olarak tanımlayan Hüseyin Mehmet Ateşin, bu dönemde dini bağların kopmasına veya zayıflamasına neden olan süreçlerden ve laik kadroların hüküm sahibi oluşundan bahseder. Maarifteki gelişmeler de bu nedenlerden bir tanesi olarak gösterilir. Bu dönemde eğitimle ilgili gelişmeler arasında Kıbrıs’ta Latin alfabesinin eğitim sistemi içerisinde uygulamaya konması, rüştiye sınıflarına kız öğrencilerin de alınmaya başlanması, ilkokul programlarına müzik ve beden eğitimi derslerinin konulması gibi kararlar işaret edilmektedir.
İslami kimlik tartışması o günlerde sonlanmamış, günümüzde de devam etmektedir. Son dönemlere bakacak olursak Kur’an kursları, zorunlu din dersi, İlahiyat Koleji benzeri konuların toplumda yarattığı temel tartışmanın bir boyutu da budur.
Kıbrıs’ın kuzeyinde din ve eğitim ile ilgili yapılan tartışmalar yasakçı anlayış ile sınırsız inanç özgürlüğü arasında sıkışıp kalmıştır. Din eğitimi ile ilgili olan Ombudsman raporu ve İlahiyat Koleji ile ilgili mahkeme kararı, bu iki konunun daha kolay anlaşılabilmesi için iyi birer referanstırlar.
Bu yıl yayınlanan Ombudsman raporuna göre okullarda zorunlu olarak okutulan din dersleri ve bu derslerin tek bir mezhebin öğretilerine yönelik olması temel hakları ihlal etmekte, Anayasa’nın belirlediği vicdan ve din özgürlüğü ilkelerine aykırı davranmaktadır. Ayrıca, ilgili bakanlık tarafından farklı bir dine/mezhebe ait veya herhangi bir dini inancı olmayan öğrenciler için onaylanmış herhangi bir din programı da bulunmamaktadır. İnsan haklarının temelini oluşturan sözleşmeleri ihlal eden ve ayrımcılık yaratan mevcut din dersleri için yeni bir düzenlemeye gidilmesi, zorunlu olmaktan çıkarılması, seçmeli ders yapılması veya muafiyet sağlanması ilk etapta uygulanabilecek alternatifler arasında gösterilmektedir.
Mesleki Teknik Öğretim Dairesi Yasası adı altında açılmış olan İlahiyat Koleji ise mahkeme tarafından yasalara uygun bulunmamıştır. Mahkeme kararına göre, 69/1989 sayılı Mesleki Teknik Öğretim Dairesi Yasası altında bir eğitim kurumu açılmasına karar verilecekse, bu kuruluşun, iş hayatına uyum, belli bir mesleğe veya beceriye yönelik eğitim-öğretim verecek bir kuruluş-okul olması gerektiği açıktır. İlahiyat Koleji’nin, diğer kolejlerle paralellik gösteren öğrenci alma yöntemi ve ders programı incelendiğinde, adı geçen kolejin, iş hayatına uyum veya belli bir mesleğe veya beceriye yönelik olarak eğitim-öğretim verme amacı ile kurulduğundan söz etmek mümkün değildir. Sonuç itibarıyla İlahiyat Koleji açılmasına dair verilen kararın yasaya aykırı olduğuna karar verilmiştir.
Kıbrıslı Rumların toplumsal kimliğinin önemli bir parçası olan Kıbrıs Ortodoks Kilisesi, hem Osmanlı hem de İngiliz dönemlerinde en önemli siyasi ve kültürel kurumlardan biriydi. 1960 yılındaki bağımsızlığa kadar da benzersiz ayrıcalıklara ve muazzam siyasi güce sahip bir siyasi kurum olarak işlevini sürdürdü ve hatta bağımsızlık sonrası bu pozisyonunu daha da güçlendirdi. Seçilen ilk cumhurbaşkanı ve aynı zamanda kilisenin başı olan Makarios, kilise ve devletin ayrılmaz birlikteliğini simgeler nitelikteydi. 1977 yılında başlayan müzakerelere değin bu böyle devam etmiştir (Chrysoloras, 2004).
Ortodoks kilisesinin eğitim üzerindeki güçlü etkisi 1960 yılında bağımsızlığın kazanılması ve Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulması ile bir nebze azalmaya başlar. Ancak, kilise günümüzde de eğitim üzerinde şekillendirici bir rol oynamaya devam etmektedir. Okullarda Ortodoks dini ile bağlantılı kutlamalar yapılmakta, duvarlarda dini sembollere rastlanmakta, yılda birkaç kez kiliseye gezi düzenlenmekte ve ilk dersler genellikle toplu dua ile başlamaktadır (Emilianides, 2008).
Okullardaki din eğitimi tamamen Ortodoks öğretilere dayalı ve Ortodoks öğrenciler için zorunludur, ateist veya başka bir dine mensup öğrencilere ise dersten çekilme hakkı verilebilir denmektedir. Ebeveynler yazılı olarak çocuklarının din eğitimi almamasını talep edebilirler. Din eğitimini zorunlu ders olmaktan çıkarmamak adına uygulanan bu yöntem, hem temel hak ihlallerine sebebiyet vermekte hem de öğrenciler ve aileler arasında ayrımcılığa neden olmaktadır. Mahkemelik olan Arvanitakis davasında, okul ailenin başvurusunu kabul etmemiş ve din eğitiminin tüm öğrenciler için zorunlu olduğunu belirtmiştir. Yüksek Mahkeme ise okulun aldığı ilgili kararı yasadışı bulmuştur.
Okulların toplu kilise ziyaretleri ile ilgili Ombudsmana yapılan şikâyetler neticesinde 2013 yılında ortaya çıkan rapora göre de Eğitim Bakanlığı yaptığı uygulamalarla devletin tarafsızlığını koruyamamış; din, düşünce, ifade ve vicdan özgürlüğünü engellemiş; belirli bir dini tercih ettiğine yönelik makul bir izlenim yaratmıştır.
Sonuç
Din eğitiminde kamu otoritesinin sınırlarını belirlediği, diğer dini inançlara yer verilmeyen, tek bir din esas alınarak yapılan uygulamalar; eğitim veya öğretimden çok bir telkin ya da dikte etme halini almaktadır (Başdemir, 2009).
Eğitim sistemlerinde din dersi zorunlu olmamalı, öğrencilere veya velilerine bir tercih hakkı verilmelidir. Verilecek din eğitimi ise inançlar ve kültürler arası anlayışın geliştirilmesine ön ayak olmalıdır. Farklı dini topluluklara birbirlerini tanımaları ve uyum içinde yaşamaları, korku ve önyargılardan kurtulmaları konusunda destek vermelidir.
Okullar, öğrencilerin demokratik bir topluma katılmak için gerekli donanımı elde ettiği yerler olmalıdır. Farklı kültürlere saygılı, birlikte yaşama becerilerine sahip, eleştirel düşünebilen, sorgulayabilen ve analiz edebilen vatandaşları ancak demokratik, insancıl ve barışçıl bir şekilde eğitim veren okullar yetiştirebilir.
Bu bağlamda, devletin dini tarafsızlığı anlamındaki laiklik, her tür inançtan ya da inançsızlıktan bireylerin özgürce ve barış içerisinde birlikte var olabileceği bir toplumsal yaşam yaratabilmek adına mücadele edilmesi gereken meşru bir talep ve hak olarak ortada durmaktadır.