Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
Önce Batı Karşıtlığı Vardı
Kıbrıs sorunu ilk defa 1950’li yıllarda uluslararası toplumun gündemine geldi. Kıbrıs Rum liderliği ile Yunan kamuoyunun baskısı sonucunda Self-determinasyon-Enosis talebi 1954 yılında Yunanistan tarafından BM’ye taşındı ve sonuç alınamayınca EOKA’nın silahlı mücadelesi başladı (1955).
Bu gelişmeler, 1930’dan beri yakın ilişkiler içinde olan Türkiye ile Yunanistan arasında ciddi gerilimler yaşanmasına yol açtı. Türkiye, Enosis talebini bir yandan “Megali İdea’nın” hortlaması olarak görüyor, diğer yandan da milli güvenlik çıkarlarına bir tehdit olarak algılıyordu. Büyük Britanya’nın böl-yönet politikası sonucunda Kıbrıs sorununa taraf ülke oldu ve böylece, Büyük Britanya, Yunanistan ve Türkiye, yani üç NATO ülkesi, çelişen taleplerle Kıbrıs Sorunu sahnesindeki yerlerini aldılar.
Bu arada, Kıbrıs’ta iki toplum arasında düşük düzeyde seyreden etnik çatışmalar, TMT’nin kurulmasından sonra giderek yoğunlaşmış, Yunanistan ile Türkiye’yi savaşın eşiğine sürüklemişti.
Batı içinde yer alan üç ülkenin Soğuk Savaş döneminde karşı karşıya gelmesi, Batı’yı tedirgin ediyordu. Sonunda, NATO ve ABD harekete geçti ve bir uzlaşma olarak bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Fakat işler Batı’nın istediği gibi gitmedi. Türkiye, Yunanistan ve Büyük Britanya, bağımsız Kıbrıs devletinin kurucu anlaşmalarından memnun olurken Kıbrıs Rum toplumu büyük bir haksızlığa uğradığını düşünüyordu ve anlaşmalardan kurtulmanın yollarını arıyordu. Kıbrıs Anlaşmalarını “Enosis yolunda bir durak” olarak gören Başpiskopos Makarios, yüzünü Sovyetler Birliği ve Bağlantısızlar Hareketi’ne çevirdi ve Batı’dan giderek uzaklaştı. 1961 yılında, Kıbrıs Türk toplumunun karşı çıkmasına rağmen Belgrad’a gidip Bağlantısızlar Hareketi’nin toplantısına katıldı. Orada yaptığı konuşmada self-determinasyon hakkının önemini vurguladı. Böylece, Batı-içi bir sorun olan Kıbrıs Sorununa yeni bir boyut eklendi: “Batı-Doğu” boyutu...
Bu noktada bir parantez açarak şunu belirtelim ki, Kıbrıs Rum liderliği Kıbrıs Sorunun uluslararası platformlara taşımaya karar verdiği 1950’li yıllarda, gerek Makarios gerekse Grivas, “Batı İttifakı içinde soruna çözüm aramanın Kıbrıslı Rumların aleyhine olacağını” söylüyordu ve Yunan hükümetlerine baskı uyguluyorlardı. Enosis hareketinin askeri ve siyasi liderleri, Yunanistan’ın, başta İngiltere olmak üzere, Batı’nın rızasını aramasına karşı çıkıyorlardı.
Grivas, 1958 yılında “Kıbrıs Sorunu, Londra-Atina-Ankara arasında yapılan konuşmalarla çözülemez” diyordu ve Yunan hükümetinin Britanya karşısında dik durmasını ve kararlılık göstermesini istiyordu. 1961 yılında kaleme aldığı anılarında ise “Yunan hükümeti Kıbrıs sorununu Batılı müttefikleriyle çözmeye yönelmesi, Kıbrıs sorununun bizim lehimize çözülmesini imkansızlaştırır” diyordu...
Öte yandan Yunanistan, Batı’ya bağımlı bir ülke olarak Batı ittifakı ile ters düşmek veya ittifakın dışına çıkarak tavır almak istemiyordu. Atina, Kıbrıslı Rumların milli taleplerini Yunanistan’ın genel çıkarları açısından ele alıyordu. Örneğin, Türkiye’de yaşayan Rum azınlığını korumak gibi bir gailesi vardı. Öte yandan, “Slav tehlikesi” Yunanistan için önemli bir tehditti ve Batı ittifakı ile ayrı düşme lüksü yoktu. Kıbrıs Rum liderliği ise meseleyi sadece Kıbrıs açısından ele alıyordu.
Merkez ile Çevre arasındaki bu görüş ayrılığı Kıbrıs Rum toplumu ile Yunanistan ilişiklerinde ciddi gerilimlere yol açıyordu. Kıbrıs Rum liderliği, Yunanistan’dan farklı bir yol izliyordu. Nitekim, 1963 yılında Yunanistan ile Türkiye’yi savaşın eşiğine sürükleyen Kıbrıs anayasasını tek taraflı değiştirme girişimi, Yunanistan’ın rızası olmadan yapılmıştı. Yeniden alevlenen Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için 1960’lı yıllarda Batı’nın geliştirdiği bütün çözüm inisiyatifleri Kıbrıs Rum liderliği yüzünden sonuçsuz kaldı.
Türkiye ile Yunanistan zaman zaman anlaşmaya yaklaşmışlarsa da, Başpiskopos Makarios uzlaşma girişimlerine karşı çıkıyor, Batı’ya karşı mesafeli davranıyor ve Sovyetler Birliği ve Bağlantısızlarla işbirliği yapıyordu. Nitekim, 1964 yılında Kahire’de yapılan Bağlantısızlar Hareketi’nin toplantısına da katıldı. Makarios, Doğu Bloku ülkeleri ve Bağlantısızlarla geliştirdiği iş birliği sayesinde 1964 krizinde Kıbrıs’a NATO askerlerinin yerleştirilmesi engellendi ve adaya BM’nin Mavi Berelilerinin gelmesi sağlandı. Makarios’un yüzünü Bağlantısızlara çevirmesi iç politikada da elini güçlendiriyor, AKEL’in desteğini elde etmesine yardımcı oluyordu.
1974 yılında Yunan cuntasının Makarios’a darbe yapmasının ardından Türkiye’nin ada topraklarının %37’sini işgal etmesi, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından çekilmesine yol açtıysa da, Atina çok geçmeden NATO’ya geri döndü. Fakat, Türk-Yunan ilişkileri bundan böyle Kıbrıs sorununun gölgesi altında seyredecek ve iki ülke arasındaki ilişkiler iyice gerilecekti...
Kıbrıs Rum toplumu genel olarak Batı’ya, özel olarak da NATO’ya karşı öfkeliydi. Kıbrıs’ın bölünmesinden Batı’yı ve NATO’yu sorumlu tutuyordu. Bu yüzden, Sovyetler Birliği ve Bağlantısızlardan destek aramaya devam etti. İç siyasete de bu pencereden bakılıyordu. Örneğin, Makarios’un ölümünden sonra AKEL’in desteğiyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna Spiros Kiprianu’nun seçilmesinde, Kiprianu’nun Bağlantısızlar’a yakın biri olması önemli bir rol oynamıştı.
Türkiye’nin NATO içinde etkili bir aktör olduğunu düşünen Kıbrıs Rum liderliğinin büyük bir kısmı Batı’ya kuşkuyla yaklaşmaya devam ediyordu. Tek istisna, Glafkos Kliridis ve 1976 yılında kurduğu DİSİ partisiydi. Kıbrıs’ın rotasını Batı’ya doğru çevirmesi gerektiğine inanan Kliridis, farklı bir politika izliyordu ama toplumdaki etkisi sınırlıydı. Nitekim, Kliridis 1993 yılına kadar seçim kazanamadı ve muhalefette kaldı.
Kliridis’in Batı yanlısı politikasına karşı Tassos Papadopoullos’un 1976 yılında kaleme aldığı görüşler, Kıbrıs Rum toplumunun büyük çoğunluğunun da görüşlerini yansıtıyordu:
“Kliridis’in ileri sürdüğü görüşler, bugüne kadar izlediğimiz politikanın yadsınması anlamına geldiği gibi, halkımızın da beklentilerine terstir.”
“Gerçekçilik, işgali meşrulaştıracak bir anlaşmayı reddetmeyi ısrarla sürdürmemizi gerektirmektedir. İstenmeyen bir çözüme “evet” demek gerçekçilik değildir.”
“Gerçekçilik, olayların gelişimini, bunların arkasında büyük güçler olsa bile, pasif olarak kabul etmek değildir”.
“Olayların gelişimini pasif olarak izlemeyi reddetmek, koşulsuz teslim olmayı reddetmek, gereksiz bir romantizm değil, siyasi bir eylem biçimidir.
Bu tutum, ittifaklarını korumak isteyen büyük güçleri, kabul edilebilir bir çözüm arayışına sürükleyebilir.”
“Bağlantısızlık politikasına son vermemiz halinde, kötü bir çözüme “hayır” diyemeyiz”.
“Batı ittifakına yönelmek sonuç getirmez çünkü, Türkiye, Batı içinde Kıbrıs’tan çok daha önemlidir.’’
“Kıbrıs, Batı tugayında gönüllü asker olmayı kabul ederse, unutulmamalıdır ki, o tugayın başında albay olarak atanmış bir Türkiye vardır ve komuta onun elindedir”. (Vurgu bana aittir.)
“Batı, kendi ittifak çıkarları için Kıbrıs sorununu çözebilir ama bu çözüm Kıbrıs Helenizm’ini tatmin etmez.”
“Batı’nın getireceği bir çözüm ya Kıbrıs devletine son verecek, ya da onu parçalı bir devlet haline getirecektir. Böyle bir çözüm, Batı için Doğu Bloğuna karşı bir kazanım olabilir ama Kıbrıs halkının çıkarlarına terstir.”
“Doğu ve Batı Bloğunun çıkarlarını dengeleyen bir çözüme yönelirsek, bu bizi adil bir çözüme götürebilir”. (Filelefteros Gazetesi, 23 Haziran 1976)
Yukarıda belirtilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, Papadopoullos, Batı dünyasından gelecek bir çözüm planının “Türk yanlısı” olacağına, “işgali meşrulaştıracağına”, “Kıbrıs devletine son vereceğine” ve onun yerine, “parçalı bir devlet” getireceğine inanmaktaydı. Bu görüşler, o dönemde başta AKEL olmak üzere, toplumun çoğunluğu tarafından benimseniyordu. Nitekim, 1978 yılında Amerika-Kanada- İngiltere’nin birlikte desteklediği çözüm planı AKEL ve Spiros Kipranu tarafından reddedildi.
Batı’ya Doğru
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Batı’ya doğru dümen kırması ve somut adımlar atması, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gerçekleşti. 1990 yılında Avrupa Birliği üyeliğine başvuru yapıldı. AB üyeliğine başvurunun temel nedeni, çözüm arayışlarında Türkiye karşısında Kıbrıs Rum toplumunun elini güçlendirmek ve güvenlik endişelerini kısmen de olsa gidermekti. Gelgelelim, Avrupa Birliği Kıbrıs Rum toplumuna açık çek vermek niyetinde değildi. Bu yüzden, Kıbrıs’ın AB üyeliği başlamadan önce Kıbrıs Sorununa bir çözüm bulmak için BM ile birlikte çaba sarf ediyordu. Fakat başlarda Türk tarafının tavrı, daha sonra da Kıbrıs Rum liderliğinin takındığı tavır, Kıbrıs Sorununun çözümünü engelledi ve Kıbrıs, bölünmüş bir ülke olarak AB üyesi oldu.
Kıbrıs AB üyesi oldu ama BM’nin çözüm planını reddettiği için Kıbrıs Rum liderliği ciddi bir prestij kaybına uğradı. Kıbrıs’ın AB kurumları içindeki ağırlığı son derece sınırlı kaldı. Kısacası, Kıbrıs Cumhuriyeti tarihinde ilk defa Batı’ya doğru somut bir adım atmıştı ama daha ilk adımında AB içinde “güvenilmez bir müttefik” olarak yerini almıştı. (Yıllar sonra Başpiskopos II.Hrisostomos, “Evet, Avrupalıları kandırdık ve AB üyesi olduk, ne var bunda” diyecekti...)
Kıbrıs’ın “güvenilir bir müttefik” olarak görülmemesinin başka nedenleri de vardı. Kıbrıs’ın Rusya Federasyonu ile yakın bağlarının devam etmesi, Batılıları tedirgin ediyordu. Adaya yerleşen Rus oligarklar halihazırda küçük bir koloni oluşturmuşlardı. Şeffaf olmayan ilişkiler, Kıbrıs’ın adını “Kara-Para-Yıkama-Makinesine” çıkarmıştı. Kısacası, Kıbrıs-Batı ilişkileri oldukça sıkıntılıydı. Batılılar, Kıbrıs Rum toplumuna güven duymuyor, Kıbrıslı Rumlar da Batılıları Türkiye’yi kollamakla suçluyorlardı. Böyle bir ortamda Kıbrıs Rum ekonomisi 2013 yılında derin bir krize girdi. Euro-Bölgesinin dayatmasıyla bankalar tıraşlandı ve mevduat sahipler 100 bin Euro’nun üzerindeki tasarruflarını kaybettiler. Özellikle Rus oligarkları ciddi kayıplara uğradılar.
Kıbrıs’ın tamamıyla Batı’ya yönelmesi ve güven tazelemesi bu tarihten sonra yoğunlaşacak ve başka bir yoldan geçerek ilerleyecekti...
İsrail’e doğru...
Türk-İsrail ilişkilerinin Mavi Marmara ve Gazze yüzünden derin bir krize girdiği bir dönemde, bir İsrail Başbakanı tarihte ilk defa Kıbrıs’ı ziyaret etti. 2012 Şubatı’nda adaya gelen Netanyahu, “buraya, ikili bağlarımızı, ekonomi ve enerji alanındaki bağlarımızı güçlendirmeye geldim” dedi. Türk-İsrail ilişkilerinde krizlerin devam ettiği bir dönemde, Kıbrıs-İsrail ilişkilerinde önemli adımlar atılmaya devam edildi. 2015 yılının Temmuz ayında İsrail Başbakanı Netanyahu Kıbrıs’a resmi bir ziyaret düzenledi ve enerji, hidrokarbon, savunma ve güvenlik alanlarında işbirliği yapma kararları alındı. Bu tarihten sonra ilişkiler süratle ilerledi ve stratejik bir iş birliğine dönüştü.
Lobiciler Devrede
Bu arada, ABD’de Yahudi lobisi Türkiye’yi dışlamak ve İsrail-Kıbrıs-Yunanistan ilişkilerini ileri götürmek için uğraş veriyordu. Yunan asıllı Amerikalı George Papadopoullos böyle bir ortamda sahneye çıkmış, İsrail-Kıbrıs-Yunanistan yakınlaşmasını sağlamayı amaç edindiğini söylüyordu.
Papdopoullos, Amerika ve İngiltere’de yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Washington’da (DC) muhafazakâr bir kurum olan Hudson Enstitüsü’nde çalışıyordu. Aynı zamanda, Yunan diasporası ile yakın ilişkiler içindeydi. Bu dönemde, etkili bir lobici olarak bilinen Yunan asıllı Aristidis Karacas ile tanıştı. Karacas, İsrail dostu ve fanatik bir Türkiye karşıtı olarak biliniyordu. 1974 Kıbrıs Savaşından sonra ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu uygulamasında önemli bir rol oynamıştı. Hatta, silah ambargosunun devam ettiği bir dönemde Yunanistan’ın Türkiye’ye saldırmasını ve Kıbrıs’ta “eşit şartlarda masaya oturulmasını” bile önermişti... Karacas, ayrıca, Putin Rusya’sı ile de iyi ilişkiler içindeydi...
George Papadopoullos Karacas ile temas kurarak, ona “enerji jeopolitiği” gibi konulara ilgi duyduğunu ve Türk-İsrail ilişkilerinin bozulmasından sonra Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail arasında iş birliğini öne çıkarmak için büyük bir fırsat doğduğunu söylüyordu. Karacas, henüz 25 yaşında olan bu genç adamın fikirlerinden etkilendi ve Hudson Enstitüsü’ne 100 bin dolarlık bir bağışta bulundu. Amaç, Papadopoullos’un fikirlerini olgunlaştırıp Kongre’ye aktarmasını sağlamaktı...
Trump Faktörü
George Papadopoullos, bu arada ABD başkanlığına adaylığını açıklayan Donald Trump’ın ekibiyle de temas kurdu ve enerji alanında Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs arasında iş birliği yapılmasıyla ilgilendiğini Trump’ın ekibinin bilgisine getirdi. Derhal görüşmeye davet edildi. Papadopoullos Trump’ın çalışma arkadaşlarıyla yaptığı görüşmede enerji jeopolitiği konusundaki görüşlerini dile getirdi ve ayrıca, Rusya ile yakın ilişkilerin kurulmasından yana olduğunu söyledi. Bunlar Trump’ın ekibinin hoşuna giden görüşlerdi. Kendisine başkan adayı Trump ile randevu ayarlandı. Bundan böyle her şey hırslı genç adamın istediği yönde gelişecekti. Artık Trump’ın ekibinden biri sayılıyordu...
Nitekim, bu sıfatla 2016 Mayıs’ında Atina’yı ziyaret etti ve bir dizi temasta bulundu. Dönemin Yunan savunma bakanı Panos Kamenos ile yaptığı görüşme son derece ilginçti. Kamenos şöyle diyordu: “Ben NATO’nun iyi bir dostu olmak istiyorum. Amacım, ABD’nin İncirlik üssünde bulunan nükleer silahlarını Yunanistan’a, Suda körfezine taşımasıdır...”
Papadopoullos, bu arada Kıbrıs’a da uğradı ve Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis ile görüştü. Anastasiadis oldukça keyifli görünüyor, purosunu tüttürüyor ve “Allah’tan Trump kazandı” diyordu. Papdopoullos’a bakılırsa, Anastasiadis, “İngiliz üslerinden kurtulmak ve onların yerine Amerikalıların adaya gelmesini” istiyordu...
9 Kasım 2016 yılında Trump ABD başkanı seçilince Papdopoullos’u tebrik etmek için arayanlar arasında Yunanistan Başbakanı Aleksis Tsipras ve Büyük Britanya Başbakanı Therase May de vardı. Genç adam, artık kariyer merdivenlerini tırmanacağından ve Trump yönetiminde önemli bir göreve getirileceğinden emindi.
Gelgelelim, işler istediği gibi gitmedi. Bir sabah FBI kapısına dayandı, tutuklandı ve 15 gün tutuklu kaldı. Gerekçe olarak, Rusların Hilary Clinton’ın e-maillerini ele geçirdiklerinden haberdar olması gösterildi. Gerçekten de e-maillerin Rusların elinde olduğunu Putin’e yakın birinden öğrenmişti ve bunu ilk defa Yunan dışişleri bakanı Nikos Kotzias’a söylemişti.
George Papadopoullos devre dışı kalmışsa da, Kıbrıs-İsrail-Yunanistan arasında yakın işbirliğine dayanan “enerji-jeo-politiği” projesi tıkır tıkır işliyordu. Kıbrıslı Rum karar vericiler, İsrail ile birliktelikten kazançlı çıkacaklarını, hem bölgede hem de Washington nezdinde ellerinin güçleneceğini düşünüyorlardı. Bu politikayı hararetle savunanlardan biri de bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Nikos Hristodoulidis idi. Kıbrıs-İsrail yakınlaşması Crans Montana’da yapılan Kıbrıs Konferansı’na da yansıdı. İsrail sayesinde elinin güçlendiğini düşüne Nikos Anastasiadis, İsrail’in de teşviki ile Kıbrıs sorununun federal zeminde çözülmesine karşı çıktı.
ABD ile savunma alanında işbirliği (2018)
Crans Montana’dan sonra İsrail ile Kıbrıs arasında ilişkiler giderek derinlik kazanırken, Kıbrıs-ABD ilişkileri de yeni bir döneme girdi. 2018 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti tarihinde ilk defa ABD ile savunma alanında iş birliği yapmak için iyi niyet protokolü imzaladı. 2019 yılında ise iki ülke arasındaki ilişkileri stratejik düzeye sıçratan son derece önemli bir adım atıldı ve senatör Menendez ile senatör Rubio’nun hazırladığı yasa önerisi Kongre tarafından onaylandı. “Doğu Akdeniz’de Güvenlik ve Enerji Ortaklığı ve Diğer Amaçlara Dair” yasa tasarısı, özü itibarıyla Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti ve İsrail arasında enerji ve güvenlik alanlarında iş birliği yapılmasını teşvik ediyordu. Ayrıca, Kıbrıs limanlarında Rusya Federasyonu’na verilen hizmetlerin sonlandırılması gerektiğine vurgu yapılıyordu. En önemlisi de, 1987 yılından beri Kıbrıs Cumhuriyeti’ne uygulanan silah satış yasağı kaldırılıyordu ki, böylece, iki ülke arasında savunma alanında yakın işbirliğinin önü açılıyordu.
Bundan sonra, Kıbrıs’ın Batı ile stratejik ilişkileri süratle ileriye götürüldü ve ABD’nin Kıbrıs’ta daimi olarak asker bulundurması ve Andreas Papandreu askeri hava alanından yararlanması karara bağlandı. Benzer biçimde, Fransa’nın da Mari deniz üssünü kullanmasına izin verildi. Cumhurbaşkanı Nikos Hristodoulidis 2024 yılının sonunda Beyaz Saraya davet edildi ve Başkan Biden ile görüştü. Biden’nın son görev günlerinde yapılan görüşmede Hristodoulidis, ABD ile stratejik iş birliğini derinleştirmek ve Kıbrıs’ı NATO üyesi yapmak istediğini söyledi. Bu gelişmeler karşısında Rusya, Kıbrıs’ı “dost ülkeler” listesinden çıkardığını açıkladı.
2025 yılının Ocak ayında Biden görevden ayrılmasına beş gün kala ABD başkanı bir kararname imzalayarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ABD’den askeri teçhizat elde edebileceği üç programı açıkladı: Foreign Military Sales, Exess Defence Articles, Titel 10 security grant programs...
Reuters haber ajansı konuyla ilgili geçtiği bir haberde, “adanın son yıllarda odak noktasının merkezine Batı’yı koymuş olmasının sonucunda ABD ile Kıbrıs yakınlaştılar” diyordu. (Reuters, 16 Ocak, 2025) Gerçek şudur ki, Kıbrıs’ın Batı tarafından güvenilir bir müttefik olarak görülmesi İsrail ile kurduğu yakın ilişkiler sonucunda gerçekleşti...
Batı’ya Yolculuk İsrail Üstünden İlerledi ve İsrail’e Vardı
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin İsrail üstünden Batı’ya dönük yaptığı açılım, on yıllık bir sürecin sonunda Kıbrıs’ın İsrail’in müttefiki olarak Batı dünyasına demir atmasıyla sonuçlandı. Bunun Kıbrıs sorunu açısından ne anlama geldiğini zaman gösterecek. Fakat gerçek şudur ki, Kıbrıs ile Türkiye artık jeo-politik antagonizmin hüküm sürdüğü bir coğrafyada karşıt cephelerde yer alıyorlar. Kıbrıs’ın bölünmüş coğrafyasının güneyi ile kuzeyi, jeo-politik hesapların görüldüğü rekabet alanlarına dönüşmüş bulunuyor.
Her ne kadar Kıbrıs-İsrail yakınlaşması Doğu Akdeniz’de doğal gaz ve enerji politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmış gibi görünse de, bu yakınlaşma özü itibarıyla Türkiye’ye karşı jeo-politika düzeyde atılan stratejik bir adım olarak anlaşılmalıdır. Özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin İsrail ile kurduğu bağlar adanın güneyinin İsrail tarafından ve/veya İsrail yararına kullanılmasına yol açtığı kadar, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne de İsrail desteği sağlamaktadır. Bu ilişkinin Türkiye karşıtlığı üzerinden şekillendiğine kuşku yoktur. Nitekim, Suriye’de Esad rejimi yıkıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Nikos Hristodoulidis’in sarf ettiği bir cümle her şeyi açıklamaya yetiyor: “Hakan Fidan Suriye’ye gittiyse, Kıbrıs’ın dışişleri bakanı da İsrail’e gitti. Bu önemlidir...” (Filelefteros, 30 Aralık, 2024)