17 Nisan 2024 tarihinde Avrupa Birliği Konseyi’nin Türk-AB ilişkilerine dair aldığı karar Kıbrıs’ta ve Türkiye’de abartılı ifadeler ve tepkilerle karşılandı.
Cumhurbaşkanı Nikos Hristodoulidis, karardan büyük bir memnuniyet duyduğunu açıklarken, Türkiye karara karşı sert tepki gösterdi.
Oysa gerçek şudur ki, Konsey’in Sonuç Bildirgesi ne Hristodoulidis’in büyük bir memnuniyet duymasını haklı çıkaracak, ne de Türkiye’nin sert tepkisini gerektirecek niteliktedir.
Kararı incelemeye geçmeden önce, Nikos Hristodoulidis ile Türkiye’nin AB’den başlıca beklentilerine bakalım.
Hristodoulidis, cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturduğu bir buçuk yıldan beri, kendinden önceki liderlerin yaptığı gibi, Kıbrıs Sorununun çözümünü Türk-AB ilişkileri zemininde ele almak istemektedir.
Tassos Papadopullos’un yirmi yıl önce ortaya attığı bu dogmaya göre, Türkiye’nin AB yolunda ilerleyebilmesi için, Kıbrıs Sorununun çözümü yönünde irade sergilemesi şarttır. Daha doğrusu, bir ön şarttır!
Kıbrıs Ruf tarafına göre, “Türkiye’nin AB yolu Kıbrıs’tan geçer”. Nitekim, bu yönde sık sık açıklamalar yapılır.
Ne var ki, başta Almanya olmak üzere, bu görüşe katılmayan devletler vardır.
Bu bir dizi neden ötürü böyledir.
Evvela, AB kurumları Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs Sorununun çözümü yönünde gerçek bir iradeye sahip olup olmadığından emin değildir. Annan Planı ve Crans Montana örnekleri olumsuz referanslar olarak ortada duruyor.
Diğer bir nokta, AB üyesi devletlerin Türkiye ile ilişkilere kendi çıkarları doğrultusunda başka pencereden baktıkları gerçeğidir. Örneğin Almanya, Türkiye’yi önemli bir ekonomik partner olarak görüyor, ayrıca, mülteciler konusunda Türkiye’ye hayati bir rol biçiyor.
Çok önemli bir diğer nokta ise, Türkiye’nin jeo-politik önemidir. Bu, AB’nin yabana atacağı bir olgu değildir. Özellikle Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra, Türkiye’nin Batı ile birlikte hareket etmesine büyük önem atfediliyor.
Başka bir açıdan baktığımızda ise şu tablo ile karşılaşırız: Türkiye’nin AB’ye tam üye olması artık veya şimdilik söz konusu değildir. Bu gerçeği Türkiye de bildiği için AB’den beklentilerini sınırlandırmış durumdadır. Daha çok, Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisi gibi taleplerden söz ediyor.
Bu seviyede seyredecek olan ilişkiler bağlamında Kıbrıs Sorununun çözümünü koşul olarak dayatmak mümkün değildir.
İşte bütün bu nedenlerden ötürü, Konsey’in 17 Nisan tarihli Zirvesinde Türkiye ile ilgili kararı/göndermesi aslında Hristodulidis’in beklentilerinin gerisindedir.
Konuya açıklık getirmek için öncelikle bir noktanın altını çizelim: AB Konseyi geçtiğimiz yıl, Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Borrel’in Türkiye ile ilişkilere dair bir rapor hazırlanmasını talep etmişti. Borrel-Komisyon Ortak Raporunu olarak hazırlanan belge 29 Kasım 2023 tarihinde Konsey’e sunuldu.
Türk-AB ilişkileri bundan böyle bu rapor temelinde ele alınıyor. Nitekim Konsey’in 17 Nisan zirvesinde aldığı karar da bu rapora dayanmaktadır.
Borrel-Komisyon Ortak Raporu, Türkiye ile AB arasında politik, ekonomik ve ticari ilişkilerin bir resmini çiziyor ve yapılabilecekler konusunda bir dizi öneriler sunuyor.
Türkiye’nin jeo-politik önemine özellikle vurgu yapılıyor ve ekonomik ve ticari ilişkilerin iki taraf için de yararlı olduğuna, Gümrük Birliği anlaşmasının modernizasyonuna vs. değiniliyor. Açıkça, AB’nin Türkiye ile ilişkilerini ileri götürmesinde “stratejik çıkarı” olduğu belirtiliyor. Sonuç olarak da Türkiye-AB ilişkilerinde Olumlu Gündemin başlatılması öneriliyor.
Bu çerçevede, Türkiye-AB Yüksek Diyalogu, Avrupa Yatırım Bankasının Türkiye’de faaliyete geçmesi, Türkiye’nin AB’nin resmi olmayan dışişleri toplantılarına katılması, mülteci anlaşmasının yenilenmesi, vize serbestisi ve Gümrük Birliği anlaşmasının modernizasyonu görüşülecek olan başlıca konular olarak saptandı.
Her şartta bu konular ele alınacak!
Raporda Kıbrıs Sorununa elbette değiniliyor ama merkezi bir yer işgal etmiyor.
Kıbrıs Türk liderliğinin ve Türkiye’nin BM kararları çerçevesinde iki-toplumlu, iki-bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı federal çözümden uzaklaşmalarının ve “KKTC’yi tanıtma yönünde girişimlerde bulunmalarının” durumu kötüleştirdiği belirtiliyor.
AB’nin federal çözüme bağlı olduğu vurgulanıyor ve Türkiye’nin Kıbrıs Sorununu BM kararları zemininde çözümüne destek vermesinin Türk-AB ilişkilerinin ileriye götürülmesine yardımcı olacağı belirtiliyor.
Raporda, Kıbrıs’ta iki toplum arasında işbirliğinin ve güven artırıcı önlemlerin önemine de değiniliyor. “Hellim/Halluminin coğrafi tescilinin önemli bir adım olduğunu, bu yönde başka dinamik adımların da atılması gerektiği belirtiliyor ve AB’nin yardımcı olmaya hazır olduğu vurgulanıyor.
Çok açıktır ki, Nikos Hristodoulidis’in istediği sertlikte bir karar söz konusu değildir. Türk-AB ilişkilerinin belirlenen çerçevede ileriyi götürülmesi, yani Olumlu Gündem dediğimiz yaklaşımın başlaması herkesin ortak talebidir ve Kıbrıs ön şartına bağlı değildir.
Fakat şu da bir gerçektir ki, yukarıda belirttiğimiz konularda başlayacak diyaloğun ileriye götürülmesi, genel olarak Türk-AB ilişkilerinin seyri, süreç içinde Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk liderliğinin takınacağı tavırlar hesaba katılarak değerlendirilecektir. Nitekim olumsuz gelişmeler söz konusu olursa, AB çizdiği bu çizgiden “geri dönüş” yapabilecektir. Bu aslında Hristodoulidis’e verilmiş “teorik” bir “güvencedir”. Kıbrıs Rum lidere yaklaşık olarak şöyle deniyor:
“Sen merak etme. Gel Türkiye’ye vereceklerimizi verelim, süreci başlatalım, eğer Türkiye ilerleyen zamanlarda Kıbrıs Sorununun çözümüne yardımcı olmazsa, o zaman verdiklerimizi geri alabiliriz.”
Kısacası, Kıbrıs Sorunu, Türk-AB ilişkilerinin bir yerinde vardır ama Rum tarafının istediği yerde değildir.
Fakat şurası da bir gerçektir ki, Türk-AB ilişkileri Türkiye’nin istediği gibi, Kıbrıs Sorunundan bütünüyle arındırılmış da değildir.
Yukarıdaki değerlendirmeden da anlaşılacağı gibi, ne Türkiye’nin tepkisini, ne de Hristodoulidis’in memnuniyetini haklı çıkaracak bir durum söz konusu değildir.