Şimdilerde siyasi ve toplumsal çevrelerde hakim olan bir kanı var: ”Halk ekonomik konularla alakalıdır. Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak düşünen, ilgilenen yoktur. Halk bundan usandı. Dolayısı ile günlük yaşamını ilgilendiren konulara yoğunlaştı.”
Böylece Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak gerçekten toplumsal ve siyasal yaşamda bir soğukluk vardır. İşte burada sormak lazımdır. Kuzey Kıbrıs’ta her şeye dönük böyle tespitler yok mudur? Yalnız Kıbrıs sorunu ile ilgili değil, ama ayni zamanda da ekonomik ve siyasi meselelere dönük ayni mantıkla tespitler yapılmaktadır. Bu da şudur.” Tüm siyasi partiler hepsi birbirinin aynıdır. Sorunları aşamıyoruz. Çünkü karar veren Ankara’dır. Bir şey yapamayız.”
SİYASETSİZLEŞTİRME VE TOPLUMSALLIK ZEMİNİNİ SARSMA…
İşte bu nedenle hem Kıbrıs sorunu, hem de iç ekonomik ve demokratik sorunlar konusunda tam bir siyasetsizleştirme hakim olmaktadır. Böyle bir atmosferde ise öne çıkan, günlük çıkarların belirleyiciliği olmaktadır. Sonra da herkes şikayet etmektedir. Halk edilgendir diye. .
Gaile’nin 129 . sayısında Umut Özkaleli güzel bir tespit yaptı. “Dünya var olan durumu kabul ederek dönmeye devam etseydi, insan ne uçabilirdi, ne ev yapabilirdi, ne kadınlar seçme hakkı kazanabilirdi, ne de kölelik sistemleri ile ilgili yapılan bütün mücadeleler devam edebilirdi...” Sıkça tekrarladığım bir yaklaşımı, Umut Özkaleli güzel ve çarpıcı bir şekilde ifade etmiş.
İşte bu noktadan hareketle, şimdi halimize bakalım. Etrafımızdaki tüm ülkeler kaynarken ve bölgemizin beklide gelecek 50 yılını şekillendirecek gelişmeler yaşanırken, biz Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde, havlu atmış, kroke vaziyette olan bir boksör gibi ringde sallanıp duruyoruz.
Ne görüşme sürecine, ne de Kıbrıs sorununu doğrudan doğruya etkileyecek bölgemizdeki gelişmelere dönük bir ilgi ve yoğunluk içindeyiz. Türkiye’nin bölgeye yönelik gelişmelerine bakarak tepki koyuyoruz. Neden-sonuç ilişkisini analiz etmiyoruz.
Evet, Türkiye önemli ölçüde gelişti. Ancak dünyanın globalleştiği çağda başka siyasi ve ekonomik gelişmelerinde olduğunu göz ardı ediyoruz. Hem Bölgesel güç odakları gelişti, hem de bu bölgesel güç odakları ile de dünkü kapitalist dünya devleri arasında hem çelişki, hem de genel çıkarlarda yeni yeni işbirliği ve görev düzenlemeleri gelişiyor. Bu yüzden her şey birbirine girmiş gibi görünüyor.
ABD KONGRESİNDE BAŞKAN OBOMA’NIN KONUŞMASI...
Kongrede ABD Başkanı Oboma’nın yeni ekonomik paketle ilgili yaptığı konuşma çok önemli. Başkan Oboma bu tedbirleri artık dünyada “Made in USA” damgalı ürünlerin daha fazla satılması için gündeme getirdiğini ifade etti. Bu global krizden çıkış için ABD’nin finans, ticaret ve silah satışı dışında, daha üretken alanlarda yatırım ve üretim arayışına geçtiğini gösteriyor. ABD, artık işsizliği ve ekonomik resesyonu aşmak için “anavatan” sınırları içinde de yatırım yapmayı öne çıkardı..
Marks’ın Komünist Mansifesto’da yazdıklarının doğruluğu kendini gösteriyor. Başkan Oboma; Güney Kore malı arabaların ABD’de satılmasına itirazı olmadığını, ama ABD arabalarının da Güney Kore’de satılmasının sağlanmasını istediğini o konuşmasında açıkça ifade etti.
2. Dünya savaşı sonrası ve özellikle 1970’lerin ikinci yarısından sonra, başta ABD olmak üzere büyük şirketler daha ucuz emek ve ülkelerinde işçi sınıfı hareketlerinin geriletilmesi için gelişmekte olan ülkelere ve 3. Dünyaya daha fazla sermaye ihracı yaptılar. Yatırımlar yaptılar. Ağır ve kirli sanayi ile emek yoğunluklu alanlarda yatırımları oralara aktardılar. Oralardaki ulusal ölçekteki yatırımların ortağı veya sermaye koyucusu oldular. Ancak üretici güçlerin gelişimini sağlayan kapitalist bu dinamik, sonuçta o yerlerde de “ihraç” edilen sermayenin, hem kendi “anavatanına” yabancılaşmasını, hem de o dinamikle, o ülkelerde yeni ve güçlü kapitalist sınıfların da gelişmesini getirdi. Hele teknolojinin gelişmesi ile bir dönem burun kıvrılan Japon üretimlerinin kalite ve rekabet gücünü geliştirmesi gibi Güney Kore,Çin ve benzeri ülkelerinde de bu kez “anavatan” ABD’nin, AB’nin de “ulusal pazarlarının” dahi sarsılmasını getiren gelişmeler içine girmesini bu süreçler sağladı..
İşte bu yeni şartların geliştiği dünyada, hem “anavatanların” yeni rakipleri karşısında varlığını korumak, hem de liderlik konumunun sarsılmaması, hem de genel olarak dünya pazarlarında ki genel çıkarların korunması için dünden farklı siyasi gelişmelerde yaşanmaya başlandı. Şimdi bunları tam anlamı ile tanımlamaya çalışmalıyız. Bu gelişmeler bizi şaşkınlığa uğratıyor. Çünkü bütün bunları ister istemez eski değerlerin bakışları ile yorumlamak içine giriyoruz.
Bizde ve dünyada var olan şaşkınlığın en önemli nedenlerinden biri budur. Şimdi Türkiye’ye dönükte yeni süreçte ayni şaşkınlığı yaşıyoruz. Gelişmeleri eski yargılarla ele alıyor, ya küçümseme, burun kıvırma, ya da sübjektif yargılarla olaylara yaklaşmaya başlıyoruz… Osmanlı falan niyetleri gibi.
İşte bundan ötürü artık çok daha yoğun ilgi duymamız gerekir, toplumsal ve siyasal gelişmelere. Ama aksine, eski değerlerle bakışın getirdiği yaklaşımlar bizi daha da şaşkınlığa götürüyor. Bu yüzden usanç ve genel yaklaşımlarla kaçış gelişiyor. Böylece ya genellemeci yaklaşımlarla radikal ifadelerin arkasına saklanmak veya yorgunlukla “artık siyaset konuşmayacağım”, ya da “bir şey değişmiyor”, öyle ise sosyal konulara eğilim göstereceğim anlayışları ile “siyasetsizleştirme” sarmalına sarılma başlıyor.
TEK VE ORTAK EGEMENLİK, BİRLEŞİK FEDERAL KIBRIS HEDEFİ, DAHA ÖNEM KAZANDI
Halbuki şimdi daha önem kazanmalıdır; Kıbrıs sorununa dönük ilgi. Baksanıza gaz ve petrol konusunda Sayın Eroğlu açıklama yaptı. “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Kurucu ortaklığı nedeni ile bunda Kıbrıs Türk halkının da hakkı vardır. Ayrıca Federal Kıbrıs’ı görüşüyoruz, ortak egemenlik konuşuyoruz, bundan ötürü de hakkımız vardır.”
Bu doğru değil mi? Doğru. Peki burada o zaman akla başka bazı şeyler de gelmesi gerekmez mi? Bunu Eroğlu söyledi diye yalnızca ona günaydın demek mi gerekiyor? Evet, bunu da söylemek gerekiyor. Ama Eroğlu’nun bu ifadesi her şeyden evvel, bu ülkede yıllardır her türlü dışlanmışlığa ve devlet baskısına karşın federal çözümün kararlı savunucusu olan sol, demokratik ve barışçı güçlerin tarihsel doğruluğunun netleşmesi değil mi bu?
Şimdi bunu ele almak ve madem tarihsel doğru budur, o halde buna nasıl ve ne şekilde ulaşacağız diye sorup, buna bağlı cevap arayışlarını öne almanın şimdi tam da zamanı değil mi? Ama bu olacağına “artık usandım” sözleri aydın tavrı sayılıyor. Sonra da “halkın gündeminde Kıbrıs sorunu yoktur” diye ana sorunumuzu göz ardı eden yaklaşımlarla siyasi ve demokratik mücadele çağrıları yapılıyor. Bunlar yanlıştır.
Aksine şimdi görüşme sürecine, hem de ekim öncesi tam yoğunlaşmak ve 2012 Temmuzuna, yani AB dönem başkanlığına kadar, Kıbrıs sorununa tam konsantre olmak gerekmektedir. Düşünün ki her şeyin Kıbrıs’ın 2012 AB dönem başkanlığına kadar gelişmesi için ortam vardır... Üstelikte, ekonomik kriz AB’yi sarsarken ve çıkış için yalnız ekonomik değil, siyasi arayışlarında olduğu bu dönemde, avantajlar ve dezavantajları değerlendirerek bu aşamada çözümü zorlamak için yeni fırsatları değerlendirmenin zamanı değil mi?
Zaten tersi kendiliğinden kaynamaktadır. Yani, bu dönemin yeni koşullarının içinde de çözümsüzlüğü kaynatanlar, bazı noktalara dayanıp, çözümsüzlüğü kalıcılaştırmak isteyen güneyde ve kuzeydeki güçler zaten iş başındadırlar. Bunun için bize düşen; yeni şartların deviniminde havlu atmak değil, yeni dinamikleri değerlendirip çözümün gelişmesine dönük fırsatları değerlendirmektir...
Baksanıza olumsuz durumlara karşın, Türkiye sonuçta füze kalkanını kendi topraklarına konuşlandırıyor. Bu, batı ile ayni zamanda ilerleyen yeni bir ilişki biçimidir. Peki Eroğlu dahi gaz konusunda, Federal Kıbrıs’ın “tek ve ortak egemenliği” doğrusunu ifade etmek mecburiyetinde kalıyorsa, o zaman görüşme sürecinde şimdi tek ve ortak egemenlik konusuna yoğunlaşmamız gerekmez mi?
Halbuki Eroğlu masada çapraz oy konusuna ideolojik ve siyasi bağnazlığı ile karşı çıkıyor. Dimitris Hristofyas ise güneyin karmaşık, siyasi durumunun kendisine getirdiği zorluk nedeni ile o da Dönüşümlü Başkanlığa karşı çıkıyor. Böylece gaz konusunun demokratik tarzda ele alınacağı en temel nokta olan Birleşik Federal Kıbrıs ve onun tek ve ortak egemenliği konusu, güme gidiyor.
Güç yarışı, çatışma ve başka güçlerin konuya doğrudan girişi gündeme giriyor. Bu da meseleyi daha bir içinden çıkılmaz noktalar götürüyor. Türkiye- İsrail gerginliği gibi yeni sorunların gelişmesini de körüklüyor. Dolayısı ile şimdi tek ve ortak egemenliği ilerletmek ve sonuçlandırmak için, başka bazı alanlarda “al -ver” kapsamında bir şeylerden vazgeçmek, ama geçerken de federal temelde siyasi eşitliği perçinleyecek, sonuçları sağlamak en temel görevdir inancıdayım.
Ne isterse olsun, ne Kıbrıs sorunu, ne de içteki ekonomik ve demokratik sorunların çözümü devinimini birbirinin önüne koymadan, tümüne yoğunlaşmak gerekir. Bu yüzden Kıbrıs sorununa dönük ilgisizlik değil, aksine en büyük ilgiyi göstermenin gerektiği günleri yaşıyoruz…