KIBRISLIRUM YAZARLAR, 1963 ÇATIŞMALARINI TARTIŞMAYI SÜRDÜRÜYOR…
George Dionissiu
1963’teki felaket dolu olayların üzerinden elli altı yıl gibi bir süre geçmesine karşın, Kıbrıslırum toplumu olarak verimli bir özeleştiriye girişemedik ve olayları yeniden değerlendiremedik. Böylesi bir özeleştiri, araştırmacılar arasında görülebilmektedir ancak bazı istisnalar hariç, politikacılarda görülmemektedir. Bizim taraftaki süregelen motif, tüm sorumluluğu Kıbrıslıtürk toplumunun üstüne atmak şeklindedir. Ancak olayları sorumluluğu atma perspektifinden değerlendirmek, sonuçları geri alma politikası yönünde bir üretime yol açmaz… Bizim tarafın şu ana kadar göstermemiş olduğu şey, bir özeleştirinin yanısıra siyasi bir iradedir ki bu ikisinin aynı anda yapılması ihtiyacı bulunmaktadır.
O günün koşullarına bakılmaksızın, Cumhurbaşkanı Makarios’un 1963 yılında Anayasa’nın onüç maddesine değişiklik önerisinin alel acele yapılmış ve yanlış bir şey olduğunu anlamak için ille de çok akıllı birisi olmak gerekmez. Öncelikle bu karar, Soğuk Savaş’ın doruğunda, NATO içerisinde kurulmuş dengeleri altüst etmekteydi. Tereddütü olanlar, dolayların seyrine bakabilirler. Bu karar, Kıbrıslıtürk Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın vetosu nedeniyle devletin işleyemeyişinin baskısı altında alınmıştı ancak bu durum da, Kıbrıslırum kuruluşunun Kıbrıslıtürkler’in yönetime katılımından hoşunutsuzluğunun bir sonucu idi.
Cumhurbaşkanı Makarios’un önerilerinin Türkiye ve Kıbrıslıtürkler tarafından kendilerini marjinalize ederek anayasayı ortadan kaldırma şeklindeki olası yorumları, ciddi biçimde ele alınmamıştı. Sömürge dönemindeki yönetim esnasında Kıbrıslıtürkler’in idareye katılımının sulandırılmasına ve Kıbrıslırumlar’a tabi olma korkularına ilişkin güçlü tepkileri de dikkate alınmalıdır. Öncelikle Kıbrıslıtürkler’in ve sonraları da Türkiye’nin adanın bölünmesinden yana olduklarını söylemek yeterli değildir. Bunu engellemek için ne yapmış olduğumuzu da düşünüp değerlendirmeliyiz. Öte yandan Kıbrıslıtürk liderler 1948’den bu yana ve sonraları da uğraş sarf ederek Kıbrıs’a ilişkin Türk kamuoyunu bilinçlendirmiş ve resmi Türk politikasının da değiştirilmesini sağlayarak başarılı olmuştur. Bunun da ötesinde taksim konsepti, Türkiye ve Kıbrısıtürk medyasında, ilgili haritalarla ortaya konmaya başlanmıştı… Sorumlu bir liderlik tüm bunları dikkate almak durumunda değil miydi?
Rahmetli tarihçi Kostas P. Kirris, ısrarla ve inatla liderliğimizin Türkiye, Orta Doğu ve uluslar arası politika konularında uzmanlar grubundan her zaman tavsiyeler alması gerektiği üzerinde durmuştur. Ancak onun sesi ya hiç ya da pek az duyulmuştur. Şu ana kadar da böyle olmuştur. Çoğunlukla bilgilerin sorumlu biçimde analizini yapmaksızın ve sağduyuyu dahi ihlal ederek kararlar alıyoruz.
İşte bu nedenle Kıbrıs sorununa ilişkin politikamız 1960’tan bu yana samimiyetsiz ve istikrarsızdır. Hiç kimse itiraf etmemiştir bunu ancak bu açık bir gerçekliktir ki o dönemin Kıbrıslırum liderliği, Kıbrıslıtürkler’in yönetime katılımını istemiyordu. Kendimiz dahil başkalarına yönelik olarak da samimiyetten yoksun oluşumuz, 1960’lı yıllardan günümüz politikalarına bir mirastır. Böylelikle ivedi bir çözüm istediğimizi çünkü Türk işgalinin sonuçlarının üstümüze düştüğünü söylüyor olsaydık da, tüm bu yıllar boyunca hiçbir zaman inandırıcı biçimde yeni bir Anayasa ya da bir çözümün ana karakteristiklerini içeren bir insiyatif ortaya koymadık.
Bugün artık bir çözüme varılmayışının tüm sorumluluğunu yıkmak üzere Rauf Denktaş da hayatta değildir ve politikamız tümüyle ortaya çıkmıştır. Politikamızı oluşturma kriterleri, siyasi partilerimizin çıkarlarıdır, derin devleti oluşturanların çıkarlarıdır (bunlar kalkınma grupları, muhasipler, avukatlar, Kilise ve tüm diğer çıkar gruplarıdır) ve iktidara gelmektir. Öyleyse bunun sonuçları nedir? Öncelikle bugün artık hiç kimse bizi ciddiye almamaktadır. Çünkü bir yandan federasyon için müzakerelere girişirken, öbür yandan da taksim ve iki devletlilikle flört etmekteyiz. Bu affedilebilecek bir şey değildir, bayağılıktır çünkü evlatlarımızın geleceği ile oynamaktadır.
Ancak ülkeyi birleştirecek bir çözüme ulaşsak bile, eğer insanlar yeniden uzlaşma ve birlikte barış içerisinde var olma ruhuyla harekete geçirilmezse, bu çözüm zar zor çalışacaktır çünkü Dimitris Hristofias’ın dışında bizim taraf böylesi bir ruhu hiçbir zaman ciddiyetle ilerletmemiştir.
1960 Anayasası, eğitimi Cemaat Meclisleri’ne bırakmıştı, bu yanlış bir şeydi çünkü minimum bir eğitim politikasını oluşturacak topoumların üstünde sorumluluk alacak bir kuruma yer vermemişti. 1964’ten sonra yönetim yalnızca Kıbrıslırumlar’ın eline geçince, eğitimin milliyetçi karakteri güçlendirilerek genişletilmişti. Böylece asırlar boyu Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızla birlikte barışçıl varoluşumuz ve karşılıklı anlayışımız heba edilmişti. Okul kitaplarımızda Kıbrıslıtürk yurttaşlarımız işgalcilerle birlikte tanımlanmaktadır, özeleştiri ortaya konmamaktadır, okullarımız kilisenin şubelerine dönüştürülmüştür ki kilise günümüzde taksim düşüncesiyle kendini özdeşleştirmiştir ki bu düşünce Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk elitlerinin en yozlaşmış kesimlerinin inancıdır…
Bunu daha önce de yazdık ve şimdi yeniden yazacağız çünkü artık çok geç olmadan yurdumuzun yeniden birleştirilmesini isteyenler güçlerini birleştirmelidirler, bu tutarsızlık ve samimiyetsizliğe son vermek için bunu yapmalıdırlar…
(George Dionyssiu’nun POLITIS gazetesinde Rumca olarak yayımlanan ve 1963 çatışmalarına ilişkin değerlendirmeler de içeren yazısını İngilizce’ye çevirmesini istedik ve o da bizi kırmayarak bunu yaptı. Biz de onun bize göndermiş olduğu İngilizce makalesini, okurlarımız için Türkçeleştirdik. İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 29.1.2020)
Lokmacı yakınından bir fotoğraf…
Lefkoşa’nın bölünmesini yansıtan bu fotoğraf “KIBRIS’IN GEÇMİŞ ÖYKÜLERİ” başlıklı sosyal medya grubunda Sotiris Savva tarafından paylaşıldı… Burası, Lokmacı barikatına yani Uzun Yol girişine çok yakın bir nokta – tam arkadaki yol, Büyük Han’a giden yol… Burası, tahminimiz Baf Sokağı olabilir… Bir otobüsle yol kesilmiş ve silahlı iki Kıbrıslıtürk yolun başında bekliyor… Bunlardan birisi veya ikisi de polis olabilir… Fotoğrafın 1964 yılında çekilmiş olduğu tahmin ediliyor ama belki de daha eski bir fotoğraftır… Sotiris Savva’ya böylesi hiç görmemiş olduğumuz tarihi fotoğrafları paylaştığı için çok teşekkür ediyoruz…
Baypas yolu üzerinde İngiliz tankları…
Bu fotoğrafı, Anastasios Mihalidis, “Lefkoşa’nın Geçmiş Yılları” başlıklı sosyal medya grubunda paylaştı… Kaymaklı ile Kızılbaş/Yenişehir arasındaki ünlü “Baypas yolu”nu gösteriyor…
“Baypas yolu”ndan hala bir “kayıp” insanımız var: Hilmi Hamit, aslen Hamit Mandrezli idi ancak eşi, evlatçıkları ve kendisi için Küçük Kaymaklı’dan arsa satın alarak bir ev yapmıştı… 25 Aralık 1963’ten sonra tüm diğer Küçük Kaymaklılı Kıbrıslıtürkler gibi o da, ailesi de “göçmen” olmak durumunda kalmıştı ve Hamit Mandrez’e gitmişlerdi…
3 Şubat 1964 tarihinde motoruyla Hamit Mandrez’den Lefkoşa’ya ilaç almaya giderken işte bu yoldan, bu ünlü “Baypas yolu”ndan “kayıp” edilecekti… Ve o günden beridir hala “kayıp”tır… Motoru, İngiliz askerleri tarafından yolun kenarında bulunarak çantasıyla birlikte Hamit Mandrez’deki eşine teslim edilmişti…
Ailesi ondan hala bir haber bekliyor…
O günlerden bir tanık, Hilmi Hamit’in bir arabanın arkasında Kızılbaş’a doğru götürüldüğünü gördüğünü anlatmıştı…
BİR KİTAP…
“Kondoskali'den Kumkapı'ya: Bir semtin hikayesi…”
Araştırmacı yazar Orhan Türker’in ‘Kondoskali’den Kumkapı’ya: Eski Bir İstanbul Semtinin Hikâyesi’ başlıklı kitabı SEL Yayınları’ndan çıktı. İstanbul’un farklı semtleri üzerine yaptığı araştırmalarla ve yazdığı kitaplarla tanıdığımız Orhan Türker’le dünden bugüne Kumkapı’yı konuştuk. Röportaj özetle şöyle:
*** Kitabın önsözünde, “Kumkapı, 1960’ların ortalarına kadar Rumların, Ermenilerin ve Türklerin bir arada yaşadığı, Hıristiyan azınlıkların kültürlerinin ağır bastığı canlı ve renkli bir İstanbul semtiydi” diyorsunuz ve “1960’lardan sonra görülen etnik ve sosyal değişim”e vurgu yapıyorsunuz. 6-7 Eylül 1955’ten sonra Kumkapı’da ve genel olarak İstanbul’da sözünü ettiğiniz etnik ve sosyal değişim yaşanmadı mı?
Bence, 6-7 Eylül 1955 ekonominin Türkleşmesi için yapıldı. Ama beklenen sonuç tam olarak alınamadı. İnsanlar doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerleri terk etmediler. Kırıp dökenler bile, “Bakın artık ne dükkanınız, ne eviniz var. Gidin artık” diyorlardı. Buna rağmen Hıristiyan azınlıklardan önemli bir kesim İstanbul’u bırakıp gitmedi. Demokrat Parti iktidarının ilk beş yılında yani 1950-55 döneminde bir özgürlük ve güven havası vardı. Azınlıklara güven geldi; evler yapıldı. İstatistiklere bakın;1950-55 arasında azınlıkların doğum oranında ciddi bir artış vardır. İnsanlar artık, “Burası bizim de ülkemiz. Burada yaşayacağız” demeye başlamışlardı. Öte yandan 6-7 Eylül’ün bahanesi Kıbrıs’tı. İstanbul’da yayınlanan Rumca gazeteler de 6-7 Eylül’le ilgili yatıştırıcı bir dil kullandılar. Ama 1964’te yaşanan sürgün insanlara tercih hakkı bırakmadı. İstanbul’da yaşayan pek çok Rum vatandaşa, “Bir hafta içinde bu ülkeyi terk edeceksin. Malını mülkünü bırakıp bir valizle gideceksin” denildi. İnsanlar başka bir tercih hakları olmadığı için gitmek zorunda kaldılar. Bu nedenle ‘1964’ İstanbul için tam bir dönüm noktası oldu.
*** Kumkapı için de geçerli mi bu durum?
Aslında Kumkapı için dönüm noktası 6-7 Eylül 1955 oldu. Çünkü özellikle Kumkapı’nın sahil bölümünde 6-7 Eylül korkunç boyutlarda yaşandı. Evler, kiliseler ateşe verildi ve tecavüz olayları yaşandı. Kumkapı’da tecavüz olayları çok yaygın şekilde yaşandı. Pek çok insan, gidip de şikayet bile edemedi. Bu insanlar 6-7 Eylül’den sonra Kumkapı’dan Beyoğlu, Kurtuluş, Tarlabaşı gibi daha merkezi yerlere kaçtılar. Ekonomik durumları daha iyi olanlar da Yeşilköy ve Bakırköy gibi semtlere gittiler. Kumkapı büyük ölçüde boşaldı. Öte yandan Kadıköy gibi semtlerde dükkanlara, iş yerlerine saldırıldı ama evlere girilmedi. Kumkapı ve Samatya’da ise evlerin içine girildi. Kadıköy demişken aklıma geldi: Girit göçmeni bakkal Mehmet Efendi vardı. Rum aksanıyla Türkçe konuştuğu için “bu da gâvur” deyip onun bakkal dükkanını da kırıp döktüler. Beyoğlu’nda ise iş yağmaya dönüştü. Kuyumcuları soydular. 6-7 Eylül’ün en kötü yaşandığı yerlerden biri de Kumkapı, özellikle de Kumkapı’nın sahil kesimi oldu. Güçlükle konuşturabildiğim o dönemi yaşamış yaşlı Rumlardan öğrenebildiğim kadarıyla durum bu.
*** “Güçlükle konuşturdum” diyorsunuz. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen insanlar konuşmaktan korkuyorlar mı?
Özellikle gençler bu konuyu hiç konuşmak istemiyorlar. Gençler, kendileri o günleri yaşamadıkları için bu ülkede yaşamaya devam etmek için o günlerden söz etmek de istemiyorlar. O dönemi bizzat yaşamış olanlar, yani benim yaşımda olanlar ve daha yaşlılar ise konuşuyorlar ama aslında onlar da ısrar etmezseniz konuşmazlar. “Ne gerek var geçmişi konuşmaya” diye düşünüyorlar. Konuşanların bir kısmı da Türk komşuları tarafından kurtarıldıklarını belirtiyorlar. Bunda gerçek payı da var. Genelde bu işleri yapanlar onların komşuları değil, daha çok İstanbul dışından gelenlerden oluşan organize topluluklardı. Konuştuğum Rumlar bunu her zaman söylerler.
*** Kumkapı meyhanelerinden söz ediyorsunuz. Yaklaşık 400 yıldır Kumkapı, meyhaneleriyle ünlü bir semt. Bu sadece deniz kıyısında olmasıyla mı ilgili?
Kumkapı meyhane kültürünün bu kadar gelişkin olmasının iki nedeni var. İlki, dediğiniz gibi deniz kıyısında olması. Bugün olduğu gibi önünden yol geçmiyor. Her türlü deniz mahsulü denizden geliyor. Ama ikinci nedeni ise Kumkapı’da pek çok bağ, bahçe, bostan var. Meyhane için deniz mahsullerinin yanı sıra bağ, bahçeden gelen roka, kırmız turp, taze soğan, kıvırcık var. Bir meyhane için gerekli her şey var Kumkapı’da.
(AGOS - Ferda Balancar - 22.1.2020)