Kıbrıs Sorununda Yeni Perde

Yücel Vural

‘İki-devletli çözüm’ üzerinden sürdürülen ısrar, bölgede sadece işlerin sarpa sarmasını ve AB’nin Doğu Akdeniz kanadının istikrarsızlığa sürüklenmesini bekleyenlerin dışında kimsenin işine gelmiyor.


Korona salgını, bazı bölgesel ve uluslararası sorunları adeta  maskelemiş görünüyor.

Sorunlar devam ediyor ama, bunların beklenen etkileri ya da aktörlerin olası tepkileri ve konumlanışları bir ölçüde dondurulmuştur ya da pek görünür değildir.

Bunların arasında Kıbrıs sorunu da var.

25 Kasım 2019 tarihinde iki lider ve BM Genel Sekreteri’nin katıldığı Berlin Zirvesi, isminin önüne ‘gayrı-resmi’ ibaresi konulsa da, Kıbrıs sorununda yeni perdenin habercisiydi.

Kıbrıs sorununun yeni perdesinin nasıl oynanacağına ilişkin şifreleri, zirve sonunda BM Genel Sekreterin’nin yaptığı kısa açıklamada bulabiliriz.

Zirve sonuçları, o günden bu yana, en azından kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, liderler düzeyinde yeni bir girişime yol açmadı.

Sorun buzdolabına kaldırılmadı ama uygun ortamın oluşması için bekletildi.

Korona salgını bu ‘bekletme’nin doğal örtüsü oluverdi. Bunun adına zaman kazanmak da diyebiliriz. Uluslararası toplum, BM Genel Sekreteri nezdinde, deyim yerindeyse, öncelikle ‘önünü görerek, atacağı adımların sonuçlarını öngörmeye’ çalışıyor.

Kasım 2019’dan bu yana geçen sürede ortam ve koşullar, yeni perdenin açılmasına pek de uygun değildi. Bunun üç  temel nedeninin olduğu söylenebilir.

Birincisi ve yakın vadede anlamlı olanı, kuzeydeki liderlik seçimiydi.

Taraflar ve BM bu seçim arifesinde ciddi bir girişim içinde olmak istemediler.

Bunun için ileri sürebilecekleri ‘ikna edici’ bazı nedenleri olmalıdır. Kısaca, önce bu seçimin sonuçlarının ortaya çıkması gerekliydi. Kıbrıs sorununun BM kayıtlarına geçmiş çözüm parametrelerini reddeden bir liderin seçilmesi durumunda, BM, yarı yolda kalmayı, ya da başarısızlık ilan etmeyi göze alamazdı.

Kıbrıs Sorunu’nun bekleme odasına alınmasını sağlayan ve kuzeydeki liderlik seçiminden de daha önemli olan ikinci neden ise, Türkiye hükümetinin KıbrıslıTürk sağ kanat çevreleriyle ortaklaşarak sürdürdüğü ve uzak vadeli etkileri olan ‘iki-devletli çözüm modeli’ni masaya koyma girişimiydi.

Ayni ortaklık marifetiyle, Kıbrıs adasını çevreleyen denizlerde bulunan doğal kaynaklar konusunda da, Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin dağılmış olduğu tezine dayanarak, iki devletli model öne çıkarıldı. Böylece sorunun, doğal kaynakların ‘iki devlet arasında bölüşülmesi’ ve bu nedenle ‘iki devletin işbirliği yapması’ ekseninde çözümünde ısrar edilmeye başlandı.

Uluslararası toplum ise ‘iki lider’ ya da ‘iki toplum’ arasında bir işbirliği modeli üzerinde durmakta ve Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin dağıldığı tezini reddetmektedir.

Bu iki farklı yaklaşımı uzlaştırma olanağı yok. Yakın zamanda olacağına dair bir beklenti içinde olunması pek de anlamlı değildir.

‘İki devletli Çözüm’ modeli, uluslararası alanda hiç alıcı bulmuyor, hatta KıbrıslıRum liderin sözünün daha fazla dikkate alınmasına ve AB içinde okların Türkiye’ye daha güçlü şekilde yönelmesine yol açıyor.

‘İki-devletli çözüm’ üzerinden sürdürülen ısrar, bölgede sadece işlerin sarpa sarmasını ve AB’nin Doğu Akdeniz kanadının istikrarsızlığa sürüklenmesini bekleyenlerin dışında kimsenin işine gelmiyor.

Ama, Kıbrıs sorunundaki ‘bekletilme durumu’nun devam etmesinde daha büyük bir nedenin var olduğu artık gizlenemez bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin açıkca telaffuz edilmemesi, varlığını ortadan kaldırmaz. Bu da, Türkiye ve ABD başta olmak üzere Batı’nın bölge ve dünya sorunlarında yaşamakta oldukları gerilimli karşıtlaşmadır. Bu karşıtlaşmanın perde gerisinde, Türkiye’nin Batı kurum ve değerlerinden uzaklaşma serüveni ve buna Batı’nın gösterdiği tepkiler vardır.

Suriye iç savaşına ilişkin tutumlar, Suriye’deki silahlı gruplarla ilişkiler ve Suriye’nin siyasi geleceği Türkiye ile Batı’yı sıcak bir çatışmanın içine çekebilecek çelişkiler düzeyinde seyretmiştir. Bu çelişkiler nedeniyle Türkiye neredeyse ‘yeni bir dünya düzeninde kendine başka bir yer’ aramaktadır. Dahası, S400 meselesi de dahil olmak üzere Rusya-Türkiye ilişkilerinin yol açtığı gerilimler, Batı açısından Türkiye’nin Batı’dan kopuşunu simgelemektedir.

Tüm bu koşullar altında Kıbrıs sorununda hareketlenme beklemek pek de gerçekçi bir tutum olamazdı.

Ama, AB’nin perdeyi aralamaya çalıştığı, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi J. Borrell’in Türkiye ziyaretinden anlaşılmaktadır. Bunun öncesine de TC Dışişleri bakanı Çavuşoğlu, Almanya’nın Kıbrıs sorunu çerçevesinde AB adına Türkiye hükmetine dönük bir girişim içinde olduğunu zaten açıklamıştı.

AB bu perdeyi aralamayı başarıp, Kıbrıs sorununda bir ivme yaratabilir mi?

Sayın Çavuşoğlu’nun, Kıbrıs sorununda AB’nin arabuluculuk yapmasını, Türkiye’nin kabul edebileceğini açıklaması önemli bir gelişmedir.

AB, Kıbrıs sorununu etkileyen en önemli aktörlerden biridir.

Öncelikle, Kıbrıs’ın üyeliğiyle sonuçlanan sürecin baş mimarı AB’nin kendisidir. Bu süreç sonunda, çözüm sonrası Birleşik bir Kıbrıs’ın dünya sistemi içindeki yeri de belirlenmiş ve konsolide edilmiştir.

Bunun yanında, AB, Kıbrıs’ta bölünmeyi ortadan kaldıracak bir perspektif ve birleşmenin istikrar içinde gerçekleştirilmesini sağlayacak siyasi, ekonomik ve hukuki araçlar sunmaktadır.

AB’nin aralamaya çalıştığı perdenin arkasına bakıldığı zaman görülecek olan manzara ise Berlin Zirvesi’ndeki fotoğraftır.

Peki bu Zirve’yi anlamlı kılan ve önümüzdeki döneme damgasını vurmaya hazırlanan sonuçlar nelerdi?

Berlin Zirvesi’nde, Akıncı ve Anastasiadis, BM nin beklentilerini karşılayacak bir davranış içine girerek Çözüm Modeli’nin federasyon olduğunu ve bu hedefe görünür bir gelecekte ulaşılması gerektiğini teyit ettiler. Yani bunun dışındaki arayışlar iki lider yarafından BM nezdinde geri çevrilmiştir.

Bu teyidin önemi sadece bilineni tekrarlamakla sınırlı değildir. Bunun ötesinde Kıbrıs sorununun çözüm sürecinin merkezinde iki toplumun ve onların liderlerinin yer alacağı tezi somut bir adımla kabul edilmiştir. Yani öncelikle onların uzlaşması esastır. Ve bu uzlaşı sağlanmıştır.

Sorunun diğer aktörlerinin katılım ve onayı sadece gerektiği durumlarda devrede olacaktır. Örneğin üç garantör devletle, mevcut  güvenlik ve garantiler konusu konuşulacaktır.  Bu konuşmanın da, iki liderin ötesinde, BM Güvenlik Konseyi de dahil olmak üzere uluslararası toplumun sahip olduğu diğer mekanizmalar aracılığıyla yapılacağı anlaşılmaktadır.

Berlin Zirvesi, BM Genel Sekreteri’nin süreçte daha aktif rol üstlenmesi ihtiyacının kabulünü de ifade etmektedir. Artık, iki lider tarafından kararlaştırılan çözüm çerçevesinin şekillendirilmesi konusunda Genel Sekreter’e bazı roller verilmiştir.

Guterres Çerçevesi, 11 Şubat 2014 Eroğlu-Anastasiades  uzlaşması ve şimdiye kadar üzerinde uzlaşma sağlanan ilkeler çözüm çerçevesinin temel taşları olarak ilan edilmiştir.

Berlin Zirvesi’nin belki de en can alıcı yönü müzakere sürecinin sonuç alacak şekilde aşamalandırılmış olmasıdır. Bu uzlaşı, aslında tarafların sadece söylem düzeyinde değil, pratik hayat içinde de bazı adımları atmasını olanaklı ve gerekli kılmaktadır.

Sürecin şu anda beklediği nokta ‘stratejik bir anlaşma’nın elde edilmesi aşamasıdır.

Müzakereleri ve sonuçlarını aşamalandırma fikri, doğal kaynaklarla ilgili çatışmacı gidişatın da tersine çevrilmesini sağlayabilir.

Yani, bir yanda Türkiye hükümetinin sponsorluğunda ortaya konulan iki-devletli çözüm/paylaşım modelinin öte yandan da KıbrıslıRum liderliğinin çözümden önce KıbrıslıTürklerin katılımını öngörmeyen tutumu, aşamalandırma metodolojisinin uygulanmasıyla etkisiz hale getirilebilir.

İşte, AB’nin Kıbrıs sorununda aralamaya çalıştığı perdenin arkasında görebileceklerimiz bunlar.

AB’nin başarılı olup olamayacağı, Kıbrıs sorununun bekleme odasına alınmasını sağlayan koşullarla alakalıdır.

Yani, perdenin açılabilmesi için Berlin Zirvesi’nin sonuçlarını sahiplenecek bir KıbrıslıTürk liderin seçilmesi, Türkiye hükümetinin iki devletli çözüm modelini esnetmesi ve KıbrıslıRum liderin, KıbrıslıTürklerin, uluslararası hukuk temelinde, doğal kaynaklar meselesi de dahil olmak üzere, ilgili tüm süreçlere katılımını öngören bir açılımda bulunması gerekmektedir.

Türkiye’nin Batı ile çeşitli alanlarda ortaya çıkan karşıtlaşması, temel bir faktör olarak bu süreci gölgelemektedir.