Yiannis Charalambous
yiannischaralambous1786@gmail.com
Müzminleşmiş Kıbrıs Sorunu’nun son yirmi beş yılını değerlendirdiğimizde çözüm sürecinin iki dinamikten ciddi şekilde etkilendiğini söylemek mümkündür. Bunlardan birincisi, 1990 ve 2005 yılları arasında kendini gösteren Kıbrıs ve Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik perspektifi, ikincisiyse, son dönemde Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi ve Doğu Akdeniz Havzasında bulunan hidrokarbon yataklarıdır. Sorunun çözülmesi yönünde katalizör rolü oynaması beklenen her iki dinamik de ne yazık ki işe yaramamış hatta işleri daha da karmaşık hale getirmiştir. Geldiğimiz noktada yeni bir katalizöre ihtiyaç vardır ve bu da Kıbrıs halkının kendi iradesinden başka bir şey değildir.
Kıbrıs ve Türkiye’nin AB’ye paralel katılma perspektifi, kuşkusuz Kıbrıs Sorunu’nun çözüm çabalarına yeni dinamikler katmıştı. İlk zamanlarda, yani 1990’dan 1999 yılına kadar, AB tarafından Kıbrıslı Rumlara bir şart empoze edilmişti. Buna göre, Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs sorununa çözüm bulmadan kendi üyelik müzakerelerini tamamlayamayacaktı. Bir başka deyişle AB’ye katılım perspektifi bir havuç işlevi görecek ve adadaki tarafları daha uzlaşmacı yapacaktı. Ancak, 1999 yılında Helsinki Zirvesi’nde alınan kararın ışığında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üyelik süreciyle Kıbrıs Sorunu’nun çözüm süreci birbirinden ayrılmıştı. Aslında, bu kararın ardından Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesi koşulu Kıbrıs’ın üyeliğinin önünde bir engel olmaktan çıkmış olsa da, Türkiye’nin üyelik sürecine endekslenmiş, dolayısıyla da potansiyel katalizör etkisi gündemde kalmaya devam etmiştir.
Özellikle, 2002’deki Kopenhag zirvesinin ardından, Türkiye’de hükümete yeni gelen ve AB üyelik sürecine stratejik önem atfeden Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için Kıbrıs Sorununa çözüm bulunması öncelikli bir konu haline gelmişti. Bu çerçevede AKP, kendi üyelik perspektifine zarar vermek istemiyorsa, kendisinin iktidara gelmesiyle neredeyse eşzamanlı olarak ortaya konan Annan Planını destekleyip, müzakerelerde yapıcı bir rol oynamak zorunda kalmıştı. Böylece Ankara’nın tavrı, bu katalizör etkisiyle, Ecevit’ten beri sürdürdüğü ‘Kıbrıs sorunu 1974’te çözüldü’ politikasından, Erdoğan’ın ‘Kıbrıs konusunda çözümsüzlük çözüm değil’ politikasına doğru kaymış olmuştu. Bu arada, Kıbrıslı Türkler de AB üyelik perspektifinin etkisiyle çözüm yönünde önemli bir irade göstermiş ve çözüm sürecinin ilerlemesinde büyük rol oynamıştı.
Lakin, Papadopulos öncülüğünde Kıbrıslı Rumlar’ın‘Annan Planı’ndan daha iyi ve Avrupa standartlarına dayalı bir çözüm bulma beklentileri bu planın reddedilmesine, dolayısıyla da çözüm fırsatının kaybedilmesine sebep olmuştu. Bir başka deyişle, AB üyeliğini zaten garantileyen Kıbrıslı Rumlar için katalizör etkisi ortadan kalkmıştı.
Son yıllarda, Kıbrıs Münhasır Ekonomik Bölgesinde var olduğu ortaya çıkan hidrokarbon yataklarına, ikinci bir potansiyel katalizör rolü atfedilmeye başlandı. Bununla birlikte, her ne kadar hidrokarbonlar duruma göre ‘nimet ya da lanet’ olabilse de Kıbrıs örneğinde bugüne kadar sadece ‘lanet’ yanını görebildik. Bir yanda Kıbrıslı Rumlar, hidrokarbon zenginliğini kendi (özellikle ekonomik)gücünü artırmak üzere bir silah olarak görmüş ve bu faktörün müzakere masasına getirilmesine gerek olmadığını savunmuş, diğer yanda Türkiye ise, Kıbrıslı Türkler’in çıkarlarını korurmuş gibi yaparak,Akdeniz’deki kendi çıkarlarını korumak için Kıbrıslı Rumlar’ın tek taraflı faaliyetlerine karşı çıkıp, hidrokarbon faktörünün müzakere masasına taşınmasında ısrar etmişti. Neticede,bu temel görüş ayrılığı Ankara’nın yayınladığı ‘Navtex’le zirveye çıkmış, Kıbrıs Rum tarafınca müzakere masasının terk edilip, sürecin askıya alınmasıyla yeni bir krize yol açmıştı. Bir başka deyişle, yeni potansiyel katalizör tarafları yakınlaştırmak bir yana daha da uzaklaştırdı.
Bunlar bir yana, hidrokarbon konusunda ortaya çıkan son gelişmeler pek de olumlu değil. Barış sürecine olumlu etki etmesini beklediğimiz hidrokarbon yatakları meğerse yokmuş. ENI/KOGAS ortaklığının 9. blokta kazdığı iki kuyu (Amathusa ve Onasagoras) boş çıktılar. Buna ilaveten Total şirketi 10. ve 11. bloklarda kayda değer bir rezerve rastlanmadığını açıkladı. Sadece Noble şirketi 12. bloktaki Afrodit yatağında, beklentilerin oldukça altında da olsa, tahmini 4.5 trilyon ayak küplük bir rezerv bulabildi.
Bu sonuçların ışığında gerek Kıbrıslı Rumlar gerekse Kıbrıslı Türkler aşağıdaki soruyu kendilerine sormalı: Hidrokarbon faktörü Kıbrıs meselesini daha da karışık hale getirmekten başka iki tarafa nasıl bir fayda sağladı ve hidrokarbon üzerine kavga etmek kimlere yaradı? Cevap aslında basittir: Bu, sadece bazı siyasetçilerimize ve onların siyaset gündemine, milliyetçilerimize ve statükoyu teşvik edenlere yaramıştır. O zaman bu tartışma kimin aleyhinedir?Açıktır ki, Kıbrıs halkının ve barış isteyenlerin.
Bu bağlamda, açıktır ki ne AB üyeliği ne de hidrokarbon yataklarının varlığı yeterli bir katalizör olarak sayılabilmektedir. Neden? Çünkü süregelen çözümsüzlüğün en temel nedenlerinden biri güven eksikliğidir. Dolayısıyla, ilk olarak, acilen,bu, yıllarca birbirinden ayrı kalmış iki toplumun arasında güven yaratmaya çalışılmalıdır. Bu da hiç de kolay bir iş değildir çünkü son araştırma sonuçlarına bakılırsa (SCORE endeksi) Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar gittikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.
Kuşkusuz, Mustafa Akıncı’nın seçilmesi ve müzakerelerin kaldığı yerden tekrardan başlayacak olması çözüm umutlarının yeşermesine yola açmıştır. Fakat bu noktada dikkatli olmamız gerekiyor çünkü bu olumlu havayı ilk defa yakalamıyoruz. Hatırlanacaktır ki Talat ve Hristofyas arasındaki görüşmeler de böyle bir bayram havasında başlamış, fakat hüsranla son bulmuştu. Dolayısıyla, bu defa iki taraf güven artırıcı önlemlere de odaklanmalı ve suçlama oyununu peşinen bir kenara bırakmalıdır. Güven olmadığı bir ortamda yönetim ve güç paylaşımı, garantörlük, mülkiyet ve toprak gibi çetrefilli konular nasıl tartışılabilir ki?
Bu çerçevede, Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu genel kurulu ve başkan Hasan Sertoğlu’nun Kıbrıs Futbol Federasyonu’na (KOP) katılma kararı önemli ve faydalı bir adım olarak görülmelidir. Tabii ki futbol tek başına Kıbrıs sorununu çözemez. Ama bu ve benzeri girişimler, toplumlar arasındaki işbirliğini artırıp sosyal mesafeyi azaltabilir ve müzakere masasına bir ‘yayılma etkisiyle’ (spillover effect) olumlu bir şekilde yansıyabilir.
Son yirmi beş yıldaki süreç bize bir şey öğretmiştir. O da şudur: Kıbrıs konusunda sürdürülebilir bir çözüme yönelik tek bir katalizör vardır. O da Kıbrıs halkı ve onun iradesidir. Zaman yakınlaşma zamanıdır.